BLOGGER TEMPLATES AND TWITTER BACKGROUNDS »

21 Mart 2010 Pazar

Kan’a Karışan Enstantaneler

I ( Intro! )

Doğu şiveli o iki üveylik çocuğun
Ağırlığını eşitçe pay ettikleri pazar filesinden
Nar düştü caddenin avucuna
Paramparça halde yere serildi sanki kırmızı
Kan gibi dağıldı bereket
Bilmecelerde sık sık sorulanın aksine
Çarşıdan bir tane alınıp eve gelince bin tane olan
Nar değil de aza kanaat etmenin erdemi sayılmalıydı
Tane tane okunmalıydı yoksunluğun maneviyatı elbet
Gülümsedi daha kısa boylu olan diğerine
Diğeri öfkelenip patlattı ensesine tokadı
Zihnimde tetiklenmeyi bekleyen bir acı vardı da belli ki
Aklım maziye dair cinayetlere azmetti bu sahneyle
Mermi gerisin geri ateşlendiği ele döndü, el isabet aldı
Çok tanıdık bir sancı, el oldu!
Yabancıdan bildi ahali, en çok da şairliğim ayıplandı!

II ( Aşka giden her yol mubah, sanılmasın! )

Hayatımın en rahat yolculuğundayım tabii
Neticede gönlümden kalkmışım gönlüne gidiyorum
Bir yol var biliyorum!
Tesadüf o ki, yan koltuğum boş yine
Oraya her seferimde yokluğunu oturtuyorum
Malum ya trafik lambalarında en üst mevkidesin
Duruyorum seni görünce olduğum/öldüğüm yerde
İkazsın tenime ışık hızında, kanıyor çağrışımlar
Tıkanıyor şehrin ana arterleri manidar bir şekilde
Bundan böyle her kim sana varacak olsa
Ulaşım benim kılcal damarlarımdan sağlansın
Zor fakat imkânsız değil ya
En azından alternatif bir itikat bulunana kadar
Herkes aynı Tanrının tasarrufuna inansın!

III ( Cinnet ile cennet arasındaki ses benzerliğinde cüretler… )

Halının altına süpürülürken tek taş yakut
Kırılıyor gururu davaya armağan edilmiş yılların
Mücevher yitirdi mi değerini
Kan kaybetti mi asaletin rengi veyahut
Gel ne demek, hoş geldin geç buyur
Aç mısın insani hazlara, sorgusuz dürtülere aç mısın?
Sen üstüne hafif bir karakter giyin
Dilersen dayanılmaz zevkler restaurantından bir şeyler söyleriz
Kıyamet gündeliğimiz olmuş, hadi ama lütfen…
Unut gitsin daha eğlenceli eceller keşfetmeli
Farz-ı misal, fezaya doğmamış çocuklar göndeririz
Don biçeriz daha çükten dahi düşmemiş ihtimallere
Ne bileyim ulu çınarlara kök söktürebilir
Kök hücrene bile inebiliriz ya da
Çok yanlış insansın sen çok…
Yoksa söylemez miydin hiç bu özgür kuluna
Periyodik olarak toplu mezarların yürüyüşlerine katıldığını
Toplumsal olaylara ölü kimliğinle destek sağladığını
Bütün kahpelikleri bir bir solladığını!
Sırtından vurulduğunu Hrant’la beraber
Katillerinin lüks otellere yerleşeceğini söylemez miydin?
Bilsem yazmaz mıydım ben de, beyazın kir tutma aşamalarını
Güvercinlerin ayacıklarına sarmaz mıydım barış notlarımı
Tarihini hemen ülke hafızasından silen bir hainlikte
Vurulmuşsun, gündem değiştirme canavarının silahıyla
Aynı kafatası aynı hamam!
Sen beni bırak, ardındaki fail-i mutlakları avut
Mücevher yitirdi mi değerini, ha tamam!
Kan kaybetti mi asaletin rengindeki yakut
Vurulmuşsun lan, yüzün gözün şiir!
Cesedin dahi, büsbütün anlatım bozukluğu veyahut…

IV ( Sansürlenmesi muhtemel çekim hataları… )

Sevgilim sen nesin biliyor musun?
O domino taşısın, inatla devrilmeyerek;
Yüzyıllardır üzerinde çalışılan bir oyunu sekteye uğrattın
Müthiş bir tablonun nihayetlenmesine engeldin birebir
Aslında siyasi suçlu bile kabul edilebilirsin belki
Çünkü karşısın kalbinin yönetim biçimine külliyen
Sofranın başka ellerce didiklenmesine
Dış mihrakların mahallendeki salyangoz satışlarına karşısın
Evet, ne olacaksa olsundu bazen de bu ütopyada yaşamak
Gazi unvanı almış kimi yerleşim bölgelerinde
Harp malullerine göğsümüzde yer vermişiz biz
Bayrakların vücudunu kandan aldığı bu topraklarda
Sen nesin biliyor musun?
Kör bir kuyuda, görme yetisini koruyan tek damlasın
Öyle bir kurudun ki, bize çölleri dahi arattın…

V ( Sabote edilmiş bir sahne… )

Besmeleyle bozulmuş bir masumiyet müzesi düşün
Kan şekerleri ikram ediliyor kapıda misafirlere
Dokununca su dokuna
Açılıyor günebakan gibi kadınlık çiçeğin
Yapraklarında yıldız tozları hep
Sanki koca bir gökyüzünü içine almışsın da
Bütün gezegenler de bir aldatılmışlık hissi…

VI ( Gün aydınsız bir sabaha uyanırken… )

Lavaboya dökerken bileklerini o olgun şarap
Vakitsiz bağbozumu desen yeri!
Yalan değil kan sıçramış akşamın alnına
Gırtlağımıza dek dayanmış artık, halden anlamaz jiletler
Ruh diyor, peygamber demiyorlar!
Biz neyiz biliyor musun?
Uzatma dakikalarında oyuna alınan futbolcular gibi
Tamamen zaman geçirmeye yönelik olan varlıklarız
İlk on bir şansını her yakaladığımızda
“Galiba henüz baba olmaya hazır değilim…” diyerek saçmalayan
Saçmalamayı adet haline getirmiş figüranlarız
Daha dün gece saç diplerinde uyumuşken
Bu sabah yalnız uyandım, gittim kırıklarımı aldırdım
Sevgilim biz neyiz biliyor musun?
Ayaklarına kara sular indi şiirin içinde yürümekten farkındayım
Bana dönmenin kara sularında boğuluyorsun da denebilir
Tam da buyuz işte seninle biz
Kendi girdaplarından kesinlikle habersiz birer iç deniziz!

VII ( The End babında… )

Nar düştü felaket
Işık bile durduramadı kan trafiğini
Yakutun gururunu yerle bir etti kadın
Adam göndere çekti isyan bayrağını bir zahmet
Bacaklarını iki yana doğru araladı masumiyetin vahameti
Şarap kesti bileklerini, kırmızı!
Bu cadı avında, engizisyon mahkemesi ayarındaydı her şey
Bu cadı kazanında; tadından yenmiyordu hak, hukuk, adalet!
Sevgilim; “*Sana büyük bir sır söyleyeceğim
Korkuyorum senden!”
Yedi düvelden, göğün yedi katından korkmayan ben
Zangır zangır titriyorum yüzünün yüzüme aksinden
Bu kör aynasında, suretim sırrımdan da karanlık
Bu kör dövüşünde, hiçbir şey göründüğü gibi değil!

Görüyorsun ya sen de işte
Kan gövdeyi götürüyor bazı kelimeden filmlerde
Ve ben feci korkuyorum senden
Büyük bir sırrı tutar gibi, aynasız ellerimle…

Özgür Gümüşsoy

*Louis Aragon

0 yorum: