Sıkıntılı, yorgun ve bitkin, bir gece yarısı tam çekilme vakti denizin,
Tuttum yaratıcılığı övdüm,
Oza'dan söz ettim dostlarıma.
Birden bir kuzgun belirdi, kesti yarıda sözümü;
Çakmak çakmaktı gözleri ve korkunç kara,
Dedi kuzgun: "Kim ipler be bunları."
"Ey kuş'" diye bağırdım, "İnan yıkıyor beni senin
bir insan yerine kuş olman.
Katılsaydın bu mutlu işte bize
Katılsaydın ikiye bölmeye yeryüzünü."
Dedi kuzgun: "Kim ipler be bunları!"
"Neler olmazdın, düşün birkez, büyük akıl hocası,
deneyci ve makinaların tanrısı.
Tunç içinde yaşardın ey büyük yaratıcı,
gözbebeği dünyanın düşün bu yüce şansı!"
Dedi kuzgun: "Kim ipler be bunları!"
"Dev makinalar yapardın, kurardın demokrasiyi
ne güzel işlerdi ya hani!
Kurtarırdın gereksiz kral ve kraliçelerden dünyayı
yok edip o fosilleri..."
"Ya da bir gün" dedim,
"uzaklarda ufacık bir kulüben olurdu da
incecik parmaklarıyla kirazlar yedirirdi bir kız sana.
Öylesine bir yer, övgüden, yergiden uzak..."
Dedi kuzgun: "Gel bırak budalalığı,
sensin, varsa eğer yeryüzünün tek tutsağı.
Özgürsün, ama yok özgürlüğün
özgür görünsende şimdi.
Yarışa kalkmışsın son hızla, o güçlü arabayla, ama
bak direksiyonun yok ki!
Oza, Roza ya da bilmem kim yosması
-Ve bütün bu değişimler ne baş belası.
Toz, toprak, çamur olacaklar günün birinde.
Yaşam kısa, öyleyse kim ipler be bunları!"
Nasıl anlatabilirim şu şom ağızlıya
Yalnızca ilençli sözlere açık olmadığını ağzımızın
Capcanlı dudaklarımızın güzelim dudaklara
Ve serin sularına da değeceğini bir ırmağın?
Yaşamak ne büyük bir mucize
Ama nasıl anlatırsın bunu yaşamasızın birine?
Belki anlatırsın, ama kim ipler bunları be!
Andrey Voznesenski
31 Aralık 2009 Perşembe
OZA
ARTIK VAKİT GELDİ GÖMLEĞİ
"Artık vakit geldi!
Gömleği giydirelim, ha, ne dersin?"
Ak toprak üzerinde ak sıçan izi dişli karım
Amber dilli perdahlanmış cam dilli
Kesilmiş kurban dilli karım!
Orman ateşi saçlı karım
Isı şimşeği düşünceli
Kaplan ağzında susamuru bel'li karım
En iri yıldızlar demeti ağızlı kokart ağızlı karım
Ak toprak üzerinde ak sıçan izi dişli karım
Amber dilli perdahlanmış cam dilli
Kesilmiş kurban dilli karım
Gözlerini açıp kapayan bebek dilli
İnanılmaz taş dilli karım
Çocuk elyazısı elifi kirpikli karım
Kırlangıç yuvası kenarı kaşlı
Kışbahçesi tavanı şakaklı arduvaz şakaklı karım
Cambuğusu şakaklı
Şampanya omuzlu karım
Buz altında kalmış yunus başlı çeşme omuzlu karım
Kibrit bilekli
Rastlantı parmaklı kupa beyi parmaklı karım
Kesilmiş saman parmaklı
Zerdeva koltukaltlı karım
Saint-Jean gecesi ve kurtbağrı koltukaltlı karım
Deniz köpüğü ve bölme kollu karım
Değirmen ve buğday karışımı kollu
Füze bacaklı karım
Umutsuzluk ve saat makinesi devinimli karım
Mürver ağacı iliği baldırlı
Baş harf ayaklı karım
Anahtar demeti ayaklı su içen gemi işçisi ayaklı karım
İncili arpa boyunlu karım
Val d'Or boğazı boyunlu
Sel yatağının ta içinde sözleşmek boyunlu karım
Gece göğüslü
Yakut potası göğüslü karım
Çiğ altında gül görüntüsü göğüslü
Günlerin açılan yelpazesi karınlı karım
Dev pençe karınlı
Dikey uçan kuş sırtlı karım
Civa sırtlı
Işık sırtlı karım
Yuvarlanmış dövülmüş taş ve ıslanmış tebeşir enseli
Ve biraz önce içilen bir bardağın düşüşü enseli karım
Tekne kalçalı
Avize ve ok tüyü kalçalı karım
Ak tavuskuşu tüyü sapı kalçalı
Duyulmaz dengeli
Kumtaşı ve amyant kabaetli karım
Kuğu sırtı kabaetli
Bahar kabaetli karım
Glayöl kasıklı
Altın damarı ve ornitorenk kasıklı karım
Yıllanmış bonbon ve yosun kasıklı karım
Ayna kasıklı
Islak gözlü karım
Menekşe zırh takımı ve mıknatıslı iğne gözlü karım
Uçsuz bucaksız çayır gözlü
Hapishanede içilecek su gözlü
Hep balta altında kalan odun gözlü
Su düzeyi gözlü hava toprak ve ateş düzeyi gözlü karım
André BRETON
OLMAK
Büyük çizgileriyle tanıyorum umutsuzluğu. Kanadı yok
umutsuzluğun, akşam vakti deniz kıyısında bir taraçada,
toplanmış bir sofrada kalayım demiyor. Umutsuzluk bu, o bir
sürü olayların dönüşü değil bu, tıpkı akşam karanlığında bir
karıktan öbürüne giden tohumlar gibi. Bir taşın üstündeki
yosun ya da su bardağı değil o. Kardan elenmiş bir gemi o, ya
da düşen kuşlara benzetebilirsiniz, ama kanlarının en küçük
bir kalınlığı yok. Büyük çizgileriyle tanıyorum umutsuzluğu.
Başa takılan süslerle çevrilmiş küçük bir şey o. Umutsuzluk o.
Kopçası bulunamayan inci gerdanlık, bir ipe gelmez, böyle bir
şey işte umutsuzluk. Gerisinden, ondan hiç söz etmeyelim.
Başlamışsak bitiremeyiz umutsuzluğu. Saat dört sularında
avizeden umutsuzlanırım ben, gece yarısına doğru da
yelpazeden umudumu keserim, tutukluların cigaralarından
umutsuzlanırım. Büyük çizgileriyle tanıyorum umutsuzluğu.
Yüreği yoktur umutsuzluğun, el umutsuzlukta hep soluk
soluğa kalır, umutsuzlukta kalır öyle aynalar, bize asla ölüp
ölmediklerini söyleyemezler. Beni büyüleyen umutsuzluğu
gördüm ben. Yıldızların türkü söyledikleri vakit gökyüzünde
uçan bu mavi sineği seviyorum. Şaşılacak, o uzun dolu
tanelerine benzeyen umutsuzluğu, o kendini beğenmiş o öfke
küpü umutsuzluğu büyük çizgileriyle tanıyorum. Her gün
herkesler gibi kalkıyorum, kollarımı çiçekli bir kâğıda
uzatıyorum, hiçbir şeycikler hatırlamıyorum, ama hep
umutsuzluğun yardımıyla o geceden koparılmış güzelim
ağaçları görüyorum. Odanın havası davul tokmakları gibi
güzel. Zaman içinde zaman bu. Büyük çizgileriyle tanıyorum
umutsuzluğu. Bana bir sırık uzatan perdenin rüzgârı gibi o.
Böylesi bir umutsuzluk akla gelir mi! Yangın var! Ah yine
geliyorlar... İmdat! İşte merdivenlere düştüler... Ve o gazete
ilanları, o kanal boyunca ışıklı reklamlar. Kum yığını, git, pis
kum yığını! Büyük çizgileriyle önemli değil umutsuzluk. Bir
orman yapmaya giden angarya ağaçlar, bir gün daha yapmaya
giden bir yıldız angaryası, ömrümü uzatan bir angarya günleri
daha.
Andre Breton
Biz Kaybettik Aşk Da Kazanmadı Hiçbir Şey
biz kaybettik, aşk da kazanmadı hiçbir şey
çünkü sen aşksın ey aşk, nazlı bir çocuksun!
kırıyorsun göğün biricik kapısını,
söylemediğimiz tüm sözleri! çekip gidiyorsun
nice gülleri göremedik bugün. zincirlenmiş yüreğin sıkıntılarını
yıkıp geçemedi nice caddeler!
yaşları bizi gafil avlayan nice kızlar
yürüyorlar göremediğimiz bir yöne... kişnemeye!
uyurken nice marşlar nazil oldu içimizi
süzülüp indi ince hilaller
dinlensin diye yastıkta. nice öpücükler çaldı kapımızı
evimizden uzaktayken bizler
kayalıklarda ekmeğimizi ararken, çalışırken
kayboldu uykumuzdan nice düşler!
nice kuşlar kanat çırptı camlarımızda
ertelenmiş bir günde, oynaşırken prangalarımızla
kaybettik durmadan, aşk da kazanmadı hiçbir şey
çünkü sen nazlı bir çocuksun ey aşk!
Mahmud Derviş
SAÇININ GÖRKEMLİ DUMANIYLA GELİYORSUN GECEDE
Beliriyorsun…
Yaşam ortada
Yağmur kokusu ortada
Seni yaratıyor yağmur
Kapımı çalıyorsun
Ağaç
Kent yelken açtığın deniz
Adımlarınla başlıyor gece
Uzaklarda beliriyor yürek
Alnına uzanıyor
Bir büyü gibi ışıldıyorsun
Altın dağı karlı dağ
Saçının görkemli dumanıyla
Gözlerinde gecenin hayvanlarıyla
Korlardan oluşmuş gövdenle
Parçalara böldüğün geceyle
Ellerinden düşen gece parçalarıyla
Gelişinin tutuşturduğu sessizlikle
Dalgalarla kabarmalarla
Evlerin salınışıyla
Işıkların salınışıyla karanlıkta
Sözcüklerinle
Irmağa benzeyen bir sokakla
Geldin ve gittin bir an içinde
Yaşamımı aramaya başlıyorsun
Beklenen ölümü
Seni göndermenin yarattığı ölümü
Sessizlikleri bekleyişi
Geldiğin anda yaşanacak günü
Gölgelerle sarıyorsun beni
Beni ışıtıyorsun
Bulunduğun o fosforlu denizde boğuyorsun beni
Suskunlukların olduğu yerde
Soyut ve korkulu kavramını duyuyorum varlığının
Seninle o kavram arasında
Mahşerde yıldızlar belirmeye başlıyor
Kaplan kükreyişleri ve yaşlar arasında
Sevinç yaşları ve sonsuz ağıtlar arasında
Seni bağlamak istediğim avunmada
Gövdenin yamacında
Işıyan ayaklarında
Ayaklarının burçlarında
Yeryüzü gecesinde
Sana zincirlenmiş o dilsiz gecede
Kanına karışmış gecede
Yücelterek başının sırça çiçeğini
Gezegenleri ve trenleri kapsayan akvaryumda
Dünyayı yayan bırakan
Ve denizleri dengede tutan güçte
Ve ışıltılı beyninde
Ve sonsuz sarılışımda benim
Ve durmadan doğan sevgide
Seni saran sevgide
Ve silinmez izler bırakan ayaklarında
Tarihin okunabileceği yerde
Evrenin geleceğinde
Ve senin varlığına karışmış
Işıklı günlerimde
CESAR MORO
28 Aralık 2009 Pazartesi
Dört Şiir
1.
işte yine son cezir
ölü çakıl
sonra yönelir adımlar
ışıkları yanan kente doğru.
2.
kumdadır benim yolum
akışında çakılın ve kumun
yaz yağmuru yağar üzerime, hayatıma
hayatım ise kaçmakta
yağmadan kaçmakta baştan sona.
huzurum orada dağılan sisin içinde
bu uzun kıvrımlı eşikleri aşındırmayı bıraktığım zaman
ve yaşadığımda açılıp kapanan
bir kapının boşluğunu.
3.
ne yapardım bu dünya olmadan yüzsüz, ilgisiz
ve sonlanacak her anın, dökülecek boşluğuna cehaletin
olmaksızın bu dalga,
ki, yutar gövdeyi ve gölgeyi en sonunda.
ne yapardım içinde mırıltıların öldüğü bu sessizlik olmadan
resimler, imdada doğru, aşka doğru
olmadan bu gökyüzü
safralı tozların üzerinde tırmanan.
ne yapardım ne yaptıysam onu dün ve daha önceki gün
ölümışığımdan bakışlarla arıyorum
kendiminkine benzer bir ayaklığı, uzakta
tüm yaşayanların girdabında
sarsan bir boşlukta
sesler arasında sessiz
gizlenmişliğimi saklayanda.
4.
aşkım ölsün isterdim
ve yağsın yağmurlar mezarına,
üzerime, ilk ve son kez beni sevenin yasını tutup
yürürken ben sokaklarda
Samuel Beckett
Çeviren: Behlül Dündar
27 Aralık 2009 Pazar
I.
PASLI DERİ
Gene peşimdeydiler, sanrı değildi bu
Umursamadığım anların dışında,
vazgeçmeden, ertelemeden, üşenmeden
titrerdi narin vücudum.
Beynime zerk eden zehir
orantısız davranmıyor muydu?
Sıkılganlık doruğa ulaştığında,
cesaret edemezdi beynim
komut dağıtmaya.
Reddedilen cismim
uzaklaşmıştı kendinden
Ve gene kasılıyordu;
Düş kırıklıklarımın silueti…
ÖMER CEM
II.
ÖLÜMLÜ DOĞUM
İnanmadıklarına inanıyordular
Kirlenmesi çabuk oldu,
aşırı çabuk…
Üstünkörü sonlandılar,
Farkında mıydılar?
Tanrı çokça özgürleştirmemiş miydi onları?
Oysa sondan yaratılmışlardı.
Ölmeye gerek var mıydı?
Ölüydüler.
Doğmadı,
öldürüldüler.
Tanrı çekingen miydi?
(Ateizmde saçmalıktı...)
Ölüler düşünemezdiler!
III.
SONLUK
Ödünç verilmiş cennette miydiler?
Varımsandıklarını mı varsaymışlardı;
Oysa vaat edilen ayrıntı yoktu…
Yanılanlar, eksiktiler.
Ölülerdi ve yaşıyorlardı!
Belgisizdiler.
Tanrıdan korkmuşlardı.
Gereksizdi, saçmalıktı;
Ya da deneniyor muydu var dedikleri
* * *
İSMET TARIK
I.
HİÇ DEĞİŞMEMİŞ
Hiç değişmemiş…
Yine aynı sokaklardan geçtim,
Aynı evin önünde durdum
Baktığımda etrafıma o çam ağacını gördüm
Yalnızdı her zamanki yerinde
Nice sabahlar seyrettiğim o manzaraya baktım yine;
Mavi sulara, mavi sulara…
Ve o yokuştan aşağıya inerken
O eşsiz anılar canlandı gözümün önünde
Son bir kez baktım onlara belki de bir daha göremeyeceğim diye…
II.
IOANNES
Tarihçi Ioannes, imparator Manuel’e sonsuz hayranlık duyar,
hatta tapar, hiçbir zaman sözünden çıkmazmış.
Bu yüzden Manuel’e düşmanlık duyan, sonradan imparator olan
Kuzeni Andronikos Komnenos’un kin ve ihanet dolu davranışlarını
yazdığı gibi, Komnenos hanedanından sonra tahta geçecek olan
Angelos hanedanından, hiç de övgüyle söz etmemiş
ve bununla birlikte, Angelos soyunun atası olan Konstantinos Angelos’un
Normanlar karşısındaki yenilgisini, beceriksizlikle suçlamış ve
Manuel’in dostlarından bile olsa imparatora karşı çıktıklarında onları
haksız çıkarmaktan çekinmemiş (Aleksios Aksukhos gibi).
Çeşitli saray entrikalarında ve taht üzerinde oynanan
oyunlarda, her zaman Manuel’i haklı bulmuş.
Tıpkı kendisinden önce gelen saray tarihçileri gibi...
25 Aralık 2009 Cuma
Soğuk Mevsimin Başlangıcına İnanalım
ve bu benim
yani bir yalnız kadın
ve soğuk bir mevsimin eşiğinde
belirsizliğini anlamanın başlangıcında, tüm yeryüzü varlığının
yalın ve kederli umutsuzluğunu, gökyüzünün
güçsüzlüğünü, bu betona kesmiş ellerin
akıp gitti zaman
gitti zaman ve saat tam dört kez çaldı
dört kez çaldı
aralık ayının yirmisi bugün
ve artık mevsimlerin gizini biliyorum
dakikaların söylediklerini
uzanmış yatıyor mezarında kurtarıcı
ve dinginliğe bir işaret gibi
toprak, barındıran toprak
gitti zaman ve saat tam dört kez çaldı
sokakta rüzgar
sokakta rüzgar
ve ben çiçeklerin sevişmesini düşünüyorum
ince sapları, kansız goncaları
ve bu veremli, yorgun zamanı
bir adam geçiyor ıslak ağaçlar altından
mavi damarları boynunun
kayıyor ölü yılanlar gibi iki yandan
yukarılara doğru
gelince tam karmakarışık şakaklarına
bir kez daha fısıldıyorlar o kanlı sözcüğü
"selam!"
"selam!"
ve ben çiçeklerin sevişmesini düşünüyorum.
soğuk mevsimin eşiğinde
ve yaslı buluşmasında aynaların
toplantısında kederli ve soluk yaşam deneylerinin
suskunluğun bilgisiyle döllenmiş günbatımında
nasıl dur emri verilebilir
sabırlı,
ağır,
avare
yürüyen bu adama?
hiç yaşamadığı nasıl söylenebilir, hiçbir zaman
yaşamadığı?
rüzgar esiyor sokakta
yalnız ve içlerine çekilmiş kargalar
uçuşuyorlar yaşlı, kasvetli bahçelerde
ve tanrım ne kadar kısa
merdivenin boyu!
onlar bir yüreğin bütün saflığını
alıp götürdüler kendileriyle birlikte masallar sarayına
şimdi artık
artık nasıl fırlayıp dans edebilir insan?
nasıl dökebilir akan sulara
çocukluğunun saçlarını
ve koparıp kokladığı elmanı
nasıl ezebilir ayaklarıyla?
ey sevgilim! ey tek sevgilim!
ne çok kara bulut var güneşin şölenini kollayan!
sanırım uçuşu düşlediğin yolda göründü o kuş
ve sanırım hayalgücünün yeşil çizgilerinde
oluşan o taptaze yapraklar
sabah esintisinin isteğiyle nefes alıyorlar
sanırım
pencerenin lekesiz belleğinde yanar gördüğün o menekşe
renkli alev
çocuksu bir lamba tasarımından başka bir şey değildi
sokakta rüzgar esiyor
yıkımın başlangıcıdır bu
ellerinin yıkıldığı günde esiyordu rüzgar
sevgili yıldızlar!
kağıttan yapılma sevgili yıldızlar!
esmeye başlayınca yalan gökyüzünde
nasıl sığınabiliriz yenik peygamberlerin surelerine?
o zaman binlerce yıldır ölüymüşüz gibi karşılaşacağız ve
güneş
yargılayacak gövdelerimizin çürümesini
üşüyorum
üşüyorum ve sanırım artık hiç ısınamıyacağım
ey sevgilim! ey tek sevgilim "kaç yıllıktı acaba o şarap?"
bak burada
ne kadar ağır zaman
ve nasıl kemiriyor balıklar benim tenimi!
niçin hep denizin altında tutuyorsun beni?
üşüyorum ben ve sedef küpelerden nefret ediyorum
üşüyorum ve biliyorum
bir yaban lalesinin kırmızı düşlerinden
bir kaç damla kandan başka
hiç bir şey kalmayak yerde.
bırakacağım artık çizgileri bir yana
sayıları saymayı da
çıkacağım sınırlı geometrilerin odalarından
sezgi alanlarının genişliğine sığınacağım
çıplağım ben, çıplağım, çırılçıplağım
sevgi sözcüklerinin arasındaki sessizlikler kadar çıplak
ve aşktan benim tüm yaralarım
aşktan aşktan aşktan!
ben bu avare adayı
başkaldıran okyanustan geçirdim
patlayan yanardağlardan
ve parçalanmak: giziydi tüm gövdenin
güneşler doğdu parçalarından
selam ey masum gece!
selam çöl kurtlarının gözlerini bile inanç ve güven oyuklarına döndüren gece!
derelerinin kıyılarında söğüt ruhları
kokluyor baltaların sevecen gölgesini
düşüncelerin, sözcüklerin ve seslerin ilgisiz oldukları bir dünyadan geliyorum ben
ve ne kadar yılan yuvasına benziyor bu yeryüzü
seni öperken bile
düşlerinde darağacına senin için ipler ören
adamların ayak sesleriyle dolu
selam ey masum gece!
her zaman bir aralık var
pencere ile görmek arasında
niçin bakmadım niçin
bir adam yağmurlu ağaçların altından geçerken baktığım
gibi?
niçin bakmadım
annem ağlıyor sandığım o gece?
bir acı duyduğum ve dölün biçimlendiği
akasya salkımlarının gelini olduğum
mavi çini sesleriyle dolduğu tüm isfahan'ın
öbür yarım olan insanın içime geri döndüğü o gece?
aynada görüyordum onu
aynanın kendisi gibiydi temiz ve ışıklı
seslendi birden
ve ben akasya salkımlarının gelini oldum...
o gece, annemin ağladığını sandığım
nasıl anlamsız bir ışık belirdi küçük pencereden
niçin bakmadım?
biliyordu tüm mutluluk anlarını
yıkılacak senin ellerin
ve ben bakmadım
açılan penceresinden saatin
yaslı kanarya dört kez ötünceye kadar
ötünceye kadar dört kez
sonra o küçük kadınla karşılaştım
gözleri simurg'un yuvası kadar boş
salınan kalçalarıyla yürüyüp götürdü
kızıllığını göz kamaştıran düşlerimin
kendisiyle birlikte gecenin yatağına...
yeniden tarayabilecek miyim
saçlarımı rüzgarla?
menekşeler dikebilecek miyim yeniden bahçelere?
ve pencerenin ardında duran
gökyüzüne sardunyalar dizebilecek miyim?
acaba yeniden dansedebilecek miyim kadehler üstünde?
kapı zili çağıracak mı beni yeniden bir bekleyişe?
"artık bitti" dedim anneme
"düşünmeye fırsat bile kalmadan olur olanlar...
gazeteye bir başsağlığı ilanı versek?"
boş
boş ama güvenle dolu
bak dişleri nasıl bir marş söylüyor
çiğnerken lokmaları
ve nasıl yırtıyor
dikip gözlerini bakarken
ıslanan ağaçların altından geçerken nasıl
sabırlı
ağır
avare!
saat dörtte
tam o anda mavi damarları boynunun
kayıyor ölü yılanlar gibi iki yandan
yukarılara doğru
gelince tam karmakarışık şakaklarına
bir kez daha fısıldıyorlar o kanlı sözcüğü
"selam!"
"selam!"
sen hiç
dört mavi lale
kokladın mı?
zaman geçti
zaman geçti ve akasyanın çıplak dallarına düştü gece
kaydı pencerenin camları ardından
ve soğuk diliyle
topladı tüketilmiş gündüzün artıklarını
nereden geliyorum ben?
ben nereden geliyorum?
kokusuna bulanmış olarak gecenin
henüz çok taze mezar toprağı
o iki taze elin mezar toprağı
nasıl sevecendin ey sevgilim, ey tek sevgilim
nasıl da sevecendin yalan söylerken bana
kapatırken göz kapaklarını aynaların
ve avizelerin
incecik saplarını koparırken
götürürken beni karanlıkta aşkın ovalarına
bir susuzluk yangınından çıkan o baş döndürücü buğu
uzanır uykunun çimenlerine!
o kağıttan yapma yıldızlar
dönüp duruyor sonsuzluğun çevresinde
niçin sözü sesle söylediler?
niçin görme'nin evine konuk ettiler bakışı?
niçin götürdüler okşamayı
kızlık saçlarının utangaçlığına?
burada bak,
sözle konuşan
bakışla okşayan
ve okşayarak dinginlik bulan o insanın canı
nasıl gerildi
kuşkuların çarmıhına
ve nasıl gerçeğin beş harfi olan
dallarının izleri beş parmağının
kaldı onun yüzünde!
nedir sessizlik, nedir, nedir ey sevgilim?
nedir sessizlik söylenmeyen sözlerden başka?
susuyorum ben ama dili serçelerin
doğa şenliğinde akan cümlelerin yaşam dilidir
serçelerin dili, yani : bahar. yaprak. bahar.
serçelerin dili : meltem. koku. meltem.
fabrikalarda ölüyor şimdi serçelerin dili
kimdir bu insan, caddesinde sonsuzluğun
yürüyen bir birlik anına doğru
ve yıllardır taşıdığı saati
kim bu, horozlar ötmeye başlayınca
doğan günün yüreği yerine
kahvaltının hazır olduğunu düşünen
kimdir bu insan, hem başında bir aşk çelengi
hem de çürüyen düğün giysileri içinde ?
demek vurmadı sonunda güneş
aynı anda
ikisine birden kutupların
ve çıkıp gitti
gövdeni dolduran çınlayışı mavi çinilerin
öylesine doluyum ki, tapınıyorlar sesimin üstünde...
mutlu cesetler
kederli cesetler
cesetler suskun ve düşünceli
inceliksever, giyimsever, yemeksever
belirli zamanların dudaklarında
ve kuşkulu zemininde gelip geçen ışıkların
istekle dolu boşunalığın çürümüş meyvalarını toplarken
ah,
ne kadar insan var kavşaklarda merakla olay bekleyen
tam da dur işareti verilirken ezilmiş olmalı
olmalı olmalı zamanın tekerleri altında
yağmurlu ağaçların yanından geçen adam.
nereden geliyorum ben?
"artık bitti" dedim anneme
"düşünmeye fırsat bile kalmadan olur olanlar.
gazeteye bir başsağlığı ilanı vermemiz gerek..."
selam ey tuhaf yalnızlık!
sana bırakıyorum bu olayı
çünkü her zaman kara bulutlar
peygamberleridir yeni arınma sözlerinin
ve tanıklığında bir mumun
aydınlık bir giz vardır her zaman
o gizi çok iyi bilir son uzun alev
inanalım
inanalım soğuk mevsimin başlangıcına
bozgununa inanalım hayalgücü bahçelerinin
terkedilmiş, düşmüş oraklara
ve tutsak tohumlara.
bak nasıl kar yağıyor!
belki gerçek yalnızca o iki eldi
sonsuz kar altında gömülü o taze eller
gelecek yıl kavuştuğunda bahar
pencerenin ardındaki gökyüzüne
yemyeşil filizler çıktığında gövdesinden
sürgün verecekler yeniden ey sevgilim, ey tek sevgilim!
inanalım soğuk mevsimin başlangıcına.
Ferug Ferruhzad
Sadece Ses Kalıcıdır
Ne için durmalıyım ? Ne için ?
Kuşlar çoğul maviliği aramaya gitmişler
Ufuk dikeydir,
Ufuk dikeydir ve hareket fıskiye gibi
Görünümde ışıklı yıldızlar oynuyor
yeryüzü, yükseklikte kendini tekrarlıyor
Ve gökyüzü kuyuları ilişki bağlantılarına dönüşüyor
Ve gündüz öyle geniştir ki
gazetenin küçük beynine sığmıyor.
Ne için durmalıyım?
Yol hayatin kılcal damarları arasından geçiyor.
Çevrenin niteliği tüm kokuşmuş hücreleri öldürecek,
Ve şafağın kimyasal atmosferinde
Sadece ses kalacak,
Zaman zerreciklerine bağlanan ses.
Ne için durmalıyım?
bataklık; kokuşmuş böceklerin çoğaldığı yerden
başka ne olabilir?
Morgun benliği ölülerin şişmiş cesetlerinden ibarettir.
Ve ateş böceği...AH
Ateş böceğinin konuştuğu an
Karanlıktaki alçak adam koflanan
erkekliğini gizliyor
Ne için durmalıyım?
Kurşunlu harflerin işbirliği boşunadır
ve kurşunlu harflerin işbirliği
bu değersiz düşünceyi kurtarmaz.
Ben ağaçların soyundanım
Ve bu "bayat" havayı solumak kederlendiriyor beni,
Ölen bir kuş uçuşu unutmamayı öğütledi bana
Tüm güçlerin sonu güneşin gerçeği
ve ışığın bilinciyle birleşmekten ibarettir,
birleşmek.
Yel değirmenlerinin çürümesi doğaldır,
ne için durmalıyım?
Ben yeşil buğday salkımlarını
göğsüme alarak, sütle besliyorum,
Ses,ses, sadece ses,
su akışının sesi
ve dişi toprak kabuğu üzerine
yıldız ışığının düşüş sesi ve aşkın yayılma sesi
Ses, ses, sadece ses kalıcıdır.
Cücelerin ülkesinde
Sıfır üzerine dolaşıyor ölçü mihenkleri
Ne için durmalıyım?
Ben dört unsura itaat ediyorum
Ve yüreğimin yasalarını
körlerin yerel hükümeti düzenlemiyor.
Böceğin etle sarılı boşlukta, yararsız dolaşımı ve
vahşice ulumalar
beni ilgilendirmiyor.
Beni çiçeklerin kanlı soyu yaşamaya sorumlu kılmış
biliyor musun ? Çiçeklerin kanlı soyu
Ferug Ferruhzad
GAZEL
benim sesimi taşlarca dinliyorsun
taşsın hemen dinlediklerini unutuyorsun
ilkbahar sağanağısın ve pencerenin uykusunu
dürtü darbeleriyle kaçırıyorsun
okşayışın yeşil dalı olan elimi
ölü yapraklarla seviştiriyorsun
şaraptan daha sapkınsın ve gözü
yalazlara oturtuyor döndürüyorsun
ey kanımın bataklığının altın balığı
hoş olsun sarhoşluğun beni içiyorsun
sen gün batımının mor derelerisin ve gündüzü
göğsüne bastırıyor söndürüyorsun
gölgelerde, oturdu senin Furuğ’un ve uçuklaştı
gölgelerle onu neden karaya bürüyorsun?
Furug Ferruhzad
:::...S.E.V.M.E.K...:::
Bu gece yine gözlerinin göğünden
yıldız yağıyor şiirime
ve kağıtların çölde kış misali beyazlığı üzerine
kıvılcımlar nakşeden ellerim…
Delicesine söylenmiş ateşten şiirim
utanarak arzuların işlerinden
mevcudiyetini yeniden yakıp kavuruyor
ebedi susuzluğu ateşlerin…
Evet, sevmenin başlangıcı olsa gerek!
Yolun sonu görünmüyor
yoksa başka bir son mu düşünüyorum?
Sevmek güzel nasıl olsa!
Karanlıktan korkmak niye?
Elmas taneleriyle bezenmiş geceden
geriye kalan ne sanki
yasemen çiçeklerinin mahmur kokusundan başka?
Bırak kaybedeyim kendimi sende
bir daha bulamasınlar zerremi!
Kavrulan ruhun ve nemli ahın essin
bir teraneden ibaret şu bedenime…
Ah! Bırak şu açık kapıdan
rüyaların kanatlarında uyuyarak
günlerle birlikte çıkayım yolculuğa
aşayım dünyaların sınırlarından…
Ne istediğimi biliyor musun hayattan?
Sen olmak…Baştan aşağı sen!
Bin kez olsa da yaşamak
Yine sen, yine sen…
Bende gizli bir derya
anlatmam ne mümkün?
Bu korkunç tufanı keşke
anlatacak gücüm olsa sana…
Sana öylesine doygunum ki
çöllere gitmek, kayalara başımı vurmak istiyorum
ve bedenimi çarpmak dalgalara…
Evet, sevmenin başlangıcı olsa gerek!
Yolun sonu görünmüyor
yoksa başka bir son mu düşünüyorum?
Sevmek güzel nasıl olsa!
/Tahran Kasım 1954
Furuğ FERRUHZAD
YABANCI
Yine bir kalp düştü yıkıldı ayaklarımın dibine
yine yüzümde kamaşan bir çift göz
yine bir harbin huyhuyunda
aşkım, galip geldi soğuk bir kalbe
Yine dudaklarımın çeşmesinden
bir susuz doydu
doydu
yine kucağımın yastığında
uyudu bir yorgun seyyah
uyudu
iki gözüne nazla diktim bakışlarımı
kendim de biliyorsam ne aradığımı…
Delice bir aşk istiyorum bir anda
geçsin gitsin ar, haya, namus, mal, mülk, şeref şan
Benden öpücük şarabını istiyor
ümitlerle dolu bir kalbe ne cevap vereyim?
O alacağı tadın peşinde, ancak gafil ki ben
ebedi lezzetlerin talibiyim
Benim istediğim, sefası aşkın;
tüm benliğimifeda edebileceğim
ancak o
ateşten bir ten istemekte benden
yakıp kavuracak içindeki endişeleri
Diyor, “ Ey sıcak kucak!
nazla, mest et beni, delinim! “
Diyorum, “ Ey yabancı!
Vazgeç benden, bana yabancısın, “
Ah gönül!
Ah bu ümitler kadehi!...
Sonunda sen de kırıldın ve kimse öğrenemedi sırrını
her yabancının elinde saz oldun
feryad ki feryad!
Eşliğinde bir türkü tutturan da olmadı…
/ Tahran 1955
Furuğ Ferruhzad
YENİDEN DOĞUŞ
Yeniden Doğuş tüm varlığım benim, karanlık bir ayettir seni, kendinde tekrarlayarak çiçeklenmenin ve yeşermenin sonsuz seherine götürecek ben bu ayette seni ah çektim, ah ben bu ayette seni ağaca ve suya ve ateşe aşıladım yaşam belki uzun bir caddedir, her gün filesiyle bir kadının geçtiği yaşam belki bir urgandır, bir adamın daldan kendini astığı yaşam belki okuldan dönen bir çocuktur yaşam belki, iki sevişme arası rehavetinde yakılan bir sigaradır ya da birinin şaşkınca yoldan geçişi şapkasını kaldırarak başka bir yoldan geçene anlamsız gülümsemeyle "günaydın" diyen yaşam belki de o tıkalı andır benim bakışımın senin buğulu gözlerinde kendini paramparça yıktığı ve bir duyumsama var bunda benim ay ve karanlığın algısıyla birleştireceğim. yalnızlık boyutlarındaki bir odada aşk boyutlarındaki yüreğim kendi mutluluğunun sade bahanelerini seyreder saksıda çiçeklerin güzelim yok oluşunu ve senin bahçemize diktiğin fidanı ve bir pencere boyutlarında öten kanarya ötüşlerini ah... budur benim payıma düşen budur benim payıma düşen benim payıma düşen bir perde asılmasının benden aldığı gökyüzüdür benim payıma düşen, terk edilmiş merdivenlerden inmektir ve ulaşmaktır bir şeylere çürüyüşte ve gurbette benim payıma düşen anılar bahçesinde hüzünlü bir gezintidir ve "ellerini seviyorum" diyen sesin hüznünde ölmektir ellerimi bahçeye dikiyorum yeşereceğim, biliyorum, biliyorum, biliyorum ve kırlangıçlar mürekkepli parmaklarımın çukurunda yumurtlayacaklar küpeler takacağım kulaklarıma ikiz iki kirazdan ve tırnaklarımı papatya çiçeği yapraklarıyla süsleyeceğim bir sokak var orada aynı karışık saçları, ince boyunları ve sıska bacaklarıyla küçük bir kızın masum gülüşlerini düşünüyorlar bir gece rüzgarın bizi alıp götürdüğü. bir sokak var benim yüreğimin çocukluk mahallesinden çaldığı zaman çizgisinde bir oylumun yolculuğu ve bir oylumla gebe bırakmak bir zamanın kuru çizgisini bilinçli bir simgenin oylumu aynanın konukluğundan dönen ve böylecedir birisi ölür ve birisi yaşar hiçbir avcı, çukura dökülen hor bir arkta inci avlamayacaktır ben hüzünlü küçük bir periyi biliyorum okyanusta yaşayan ve yüreğini tahta bir kavalda usul usul çalan küçük hüzünlü bir peri geceleri bir öpücükle ölen ve sabahları bir öpücükle yeniden doğacak olan...
Furuğ FERRUHZAD
Tutsak
seni istiyorum ve biliyorum
asla koynuma almayacağım
sen o aydın ve pırıl pırıl gökyüzüsün
ben bu kafeste bir tutsağım
kara ve soğuk parmaklıklar ardından
gözlerim hasretle bakıyor yüzüne doğru
bir elin uzanışını düşlüyorum,
ansızın ben de uçayım sana doğru
boş bir anda düşlüyorum
bu sessiz hapishaneden uçmayı
gülerek gardiyan adamın gözüne
yanında yaşama yeniden başlamayı
düşlüyorum ancak bilirim asla
bu kafesten kurtulmaya gücüm kalmamış
gardiyan adam istese bile
kanatlanıp uçmaya soluğum kalmamış
parmaklıklar ardında her sabah
bir çocuğun bakışı güler bana doğru
sevinç şarkılarına başladığımda
dudağında öpücükle gelir bana doğru
şayet bir gün, ey gökyüzü
kanatlanırsam bu sessiz evden
ağlayan çocuğa nasıl söylerim
tutsak bir kuşum vazgeç benden
bir mumum, canımın alazıyla
harabeleri aydınlatırım
sönüklüğü seçersem eğer
bir yuvayı yıkıp dağıtırım
FURUĞ FERRUHZAD
21 Aralık 2009 Pazartesi
gotik
...sana inat gecekıranlarım var
sana inat seyyar dualarım
loş saraylar buldun içimde
ecelimin kol gezdiği
sana inat benkıranlarım
gün doğmadan neler doğar
güneşinde sonsuzluğun
ya dillenmemiş sebepleri
korkunun?..
hakan sürsal
mevsimler işaretler ve anadolu
ömüye giden mezarcıya ilk işaret şudur:
‘?’
karanlığın ucu çoktur
cennet neden soğuktur ve çıplak bebeler ölmez mi?
kışa düşmanlığım bu yüzdendir
güneşe sevdam bu yüzden
tanrı gelip sobamı yaksa…
keşke tenim kavrulmasa ve merhemim olsa
-bronz kemiklerime
her yan incir acısı
her yön kıyamet
hanemin tanım sancısı dilimi hırpalıyor
çıkınımda soluyor ‘dede korkut’
yeni işaret şudur:
‘( )’
yarım kalmış mertlik suçtur
tutku ateşli boyuttur ve kar adamlar erimez mi?
yaza düşmanlığım bu yüzdendir
suya aşkım
bu yüzden
seni dışlamak beylik takıntı…
aniden çıkıveriyorsun en olmadık iklimden
ki ben
harakiriyi bir kılıçtan öğrendim
aklımdaki kesiği bilmeden
akdeniz, sürgün verdiğimin resmidir
ılıman dostları yüzleştirdim
yeterliyse ip uçları yeni işaret şudur:
‘!’
sağa dönüş yoktur
güze düşmanlığım bu yüzdendir
orak aşkım bu yüzden
azrailin eline düşmedikçe çekiç…
bak! üstümü örtüyorum meriç’in tortusuyla
sanma ki hazinemin işgalindeyim
sonsuz canım olsa sorardım ardıçlara
hanginiz benden daha köklü çıra?
bu deyiş bir anadolu heyecanıdır
yaylasında obadır
aktıkça nehirler, ele vermem pınarları
yeni işaret şudur:
‘ / ’
bölündükçe çoğalan hücre -kuldur
bahara düşmanlığım bu yüzdendir
eylül aşkım bu yüzden
daha fazla vurulamam sana…
nemrut’un çok sesli tanrıları ağıt yakar tarlamda
zenginliğim bir özgeçmiş hasadı
duaları umuttur
çiçek yontar kırlarımda kutsanmış nineler
çobanlarım bir sürünün yetkin öğretmeni
toprağım yaradılış
efsanemin ilahi bilincidir
kitabesinde halk süsleri
son işaret şudur:
‘.’
uğrunda kan dökülen her ana -yurttur!
insana düşmanlığım bu yüzdendir
dünyayla dostluğum
bu yüzden
er geç yolunu bulur göçebe kuşlar…
elbet ışık da sızar karanlığın ucundan
tarih tek uluslu rengarenk bir çocuktur
ihanet de yazacaktır celladın siyaseti
bu destan antakya’da zamanın büyüsü
bu sevda izmir’de vals
sivas’ın cansız kucağıdır
tanrı bu iklimde insana inanmıştır
ve işaret kalmamıştır yatağında fırat’ın
varsa yoksa üç nokta yan yanadır
en önde yürür ‘kibele’
toprağıma doğuşum bu yüzdendir
mevsimlerim bu yüzden…
hakan sürsal
DİP GECE...
Nicedir adamı tuhaf ediyor uyku. Düşler kaskatı
Çözmek uğruna geceyi tutuşturdum, kirpiklerim yandı
Siz hiç yarım kalmış altın varaklı rüyada
aşık oldunuz mu
saçınıza buğday eken tarla kızına
Vardır yarım kalmış geceniz, ya da varsayalım öyle Yastığınızda hiç erimeyen buzulun zirvesinde ‘eskimo’sunuzdur. Gündüzün çiftesiyle
yataktan düşmüşlüğünüz vardır muhakkak
Bazen atınkinden berbat teper uyanmak
Umuma kapalı kâbus sinsiliğiyle rüyanıza karışan hayat kanter mıhlar karanlığın körünü
Km bilir nasıl korkarsınız üzerinize saldıran ölüm ilanından
Faili meçhul kupürler tutuşur, uykunuz yanar
Kimi rüyalarda üreme eğilimi olabilir. Koyu beyaz
ya da açık siyahtan kırmızı üretmek eğilimi de
Hani çıplağı turuncu sanan ressam gibi
Kışa bedava soyunan sokak çocuklarına
tuvalden börek açabilir fırça darbeleri
Sizse belediyeli şehir duvarına
balon resmi çizebilirsiniz. Kara kışlar kördür
Tipi bile olabilirsiniz vicdanınız elverirse
Derin puştsunuzdur. Derin uzayla bağlantınız vardır
Ülke sahibesinin toprak sahibi ile oynaşmasına tanıklık edip ensest sabahlara göz yummuşsunuzdur
Kadrolu tüketen halksınızdır, kim bilir?
Bazı rüyalarda gebelikler
mülteci statüsünde nüfus üretir köprü altı ve okullara
Abaza devrim kalabalığı coşkusuyla her asfaltta yürürsünüz Tilki uykusundadır tarih
Şehrin kast haritaları
kasıtlı sınırsızlıkla örmektedir
siyasi dünya atlasını tepeden tırnağa
Dişe diş, kana kan
Yüzer yıllık sömürgesel kalkınma planında
dişi ve tırnağı sökülecektir zaten tüm uyurgezerlerin
Oğlanlar kapitalist bir kürdan olmuştur, kızlar kibrit
Kora kor yatarlar
Her şeye rağmen böler mi geceyi
insana kavuşmanın doyumsuz yaratıcılığı
Toplu kahvaltı, tüfekli sohbet yapmışlığınız da vardır
En az bir geceniz ideolojik türemiştir tarafsız fahişeden
Kim bilir, vatana hainsinizdir. Devrimcisinizdir
Kuşluk vakti kuşlar uçmuş, idamınıza şahit olmuşsunuzdur Rüyanızın düzene kapalı hücresinde
parmaklıklardan erimiş bir demirgüvercin kalmıştır geride
Dışarıda telif hakkı sizden saklı suretiniz satılmaktadır
Defalarca asılmanız için, kim bilir?
Başka bir uykuda Nemrut’un lavları
yatağınızdan Dicle olup buharlaşacaktır
Martılar olta mürekkebiyle balıklara şiir yazacaktır
Derin düşler büyük okyanusa akar
Yüzebilenler Atlantis’te kıyıya çıkıp lir çalar
İsminizi ansiklopediye defnedebilir masalcılar
Anka’nın doğumunda kullanabilirler küllerinizi
‘Sönmemeli’der, gökyüzünü mayalı hamur ile sıvarsınız
O zaman eksik tarafında kalırsınız evrenin
Nice yaratıklar ağlasa da
güneş kararacaktır
Ne zaman ayaklanır tin, kim bilir?
Zor rüyalar isyanı abartıp
dimdik yaslanır uykusuzluğa
Bir çoğulcu diktatör tebessüm eder
Dağ doğumu beklenirken düşük yapar Köroğlu
Sizse duvarın kahpe diklenişi önünde küfür ede ede
taştan yürek yontmayı seçersiniz
Kim bilir, belki dış dünyalı anarşistsiniz
Düşlerin buzunu çözmek uğruna geceyi yakıp
altın varaklı başka uzaydan iltica ettiniz
Sizden iyi kim bilebilir sonsuzluğun sonunu
Hâlâ adamı tuhaf ediyor şu uyku...
HAKAN SÜNSAL
Toptancı Hâller
parantezin çok açık
çeyreğe ölümekmek
yaşamak güç ihtilali
hâllerin suaynası
birincihâl: su
ikincihâl: ayna
perdesiz çalınan davul tozu
kırık halka soyut halka
mimari gölgende burjuva tanrısı
hâlin tıpatıp
bezirganla aynısı
garip hâller kumkuma hâller
cana susak seyir hâller
engerekli zehir hâller
miş’li geçmişin topaç hâli
yatak dibi istisna
hallacın pamuk hâli
ablanın çorabı kaçık
babanın açık hâli
anne tecavüz asker kemik
hücre elektrik...
mesaj alındı ahali!
HAKAN SÜRSAL
yüzüme karşı öl lütfen
arkamdan ağla diye sevmedim seni
yüzüme karşı öl lütfen
vur vur duymazlar
duymazlar vur
doğumlarına vur duymazlar
devrimlerine aşklarına
destanlarına kitaplarına
vur vur duymazlar
bir araba geçer
mezarlığa bakar dua eder
duymazlar vur
kürek kürek ört toprağı
çiçek ek insan ek
çocuk büyür içli
babasını görmezden gelir
duymazlar vur
tekrar yazmazlar tarihi
taş üzerinde bırakırlar
kimsesiz kalır intiharın
sustalıdır zaman
belli mi olur ne zaman vurur
tınmazlar
duymazlar
arkamdan ağla diye sevmedim seni
yüzüme karşı öl lütfen...
HAKAN SÜRSAL
Medyan Yaşamlar
apış altında orospular doğrayan
deklanşör kılıçlarınızla saldırın
ezik öyküleri vardır kaldırımların
beli kırık bir keman intihar edecektir bu gece
narkotik siyasetler damarlara sızacaktır
sek sek yürüyen yıldızlar şerefine
vıcık vıcık ayağım -böceğin trake iniltisi
pabucumdan everest’e tırmanma beklentisi
üç dilenci padişah -bakmaz duymaz görmez
müptezel yaşamlı medcezir ölüm
bu ayakaltım
bu vıcık vıcık böceğin trake iniltisi
pabucumdan everest’e tırmanma beklentisi
umudun meydan dayağı
sanal zamanın sırça fanusudur boyanan
bu umarsız ayakaltı
bu çileci böcek
kanar
alçak dağ yanan nehir yüksek ova dar ağaç
gazete kupüründen ibaret soysuz andaç
sırtında kırbaç dönencesi
teneke televizyonun kenar çizgisi
habis rüyasıyla karşı devrimin
çoğulcu fakirlerin zemberekli yaşamından
düzayak odalara sızan
everest’i zaptetme beklentisi...
HAKAN SÜRSAL
Edebiyatta çizgisiz eğriler
dar/ağacıma su verdim dallansın diye
korkarım martılar dert açacak başıma
hem kanatlarını çalmışım
hem ciddiyet örselenmiş
‘özgürlük mü’
‘denize tutsağız’ diyorlar
çıkarları olmasa balıkçıları da sevmezlermiş
telif hakkı istiyor şıllıklar
avukatları İstanbul’muş meğer
çala kalem bastıracağım dantellerin ucunu
korkarım birilerinin yerine haykıracağım
çaresiz kalmışlar yaban ellerde
kitaplar ‘olmaz’ diyormuş
bak Juliet! o adamdan hayır gelmez sana
gel dağlara çıkalım
ucunda ölüm yok ya
uzun yolculuk var her cebimde bir galaksi
korkarım suç oranı okudukça artacak
ne yana çeksem de boyum uzasa
memeleri iki kırbaç vuruyor da vuruyor
adaletsizlik var böyle dövmemeli
ya biz yanlış anladık
ya Zerdüşt öyle demedi
ölüm ne kadar sonundaydı neyin
korkarım o zaman bu zamandır varmışız
buradayım demiş ağır yaşamlı genç adam
orta görgülü bayan ‘ya ben’
‘peki’ demiş Einstein ‘hem de izafi değil
yamuk da olsa etim var budum var’
sızlanmış köprü altında çocuk ‘ben de’
ama dikkate almayın siz
etim ne budum ne
ucunda zevk olmayan anılardan paraşütle atlanmaz
korkarım tanrı insana inanmış
ben de mısır patlatacağım
önce Anubis...
HAKAN SÜRSAL
Gölge, Aşk Ve Sinekler
kırık suyun cama tutkusu kadar sarılmadınız gözlere
yerçekimine değil
uzaklığın sözlük anlamına yenildiniz
cibinliğinize konan sinekleri yıldız bildiniz
suskun seviştiniz radyo gecelerinde
bu muydu gölge altında aşk
size dokunan gitar teli ve kırmızısıydı şarabın
kaprisliydiniz illa da gri
çıplak bir komünist kadar
şiirlerden uçup
geceye yapışan yıldızları sinek bildiniz
vardiyalı bir akşam telaşında seviştiniz
bu muydu gölge altında aşk
göndere çekilen vebaydı umutsuzluk
erdem yağmalandı yığma mağaralarda
erk etekleri öptünüz varoluşa dair
üzerinize konan ütopyaları yorgan bildiniz
zührevi ülkelerde genetik seviştiniz
bu muydu gölge altında aşk
çerçeveye sığınırken zaman
kimince şeffaftı sonsuzluk
kimince bilge bir uzgören
şiirlerden uçup
ruhunuza değen sinekleri tanrı bildiniz
postmodern gizinde seviştiniz kara deliklerin
bu muydu gölge altında aşk
ne sevdalar konakladı usunuzda
pek yalnızdınız ağaç ve siz
gölge altında çiçek ve günce
kırık su tutkusuyla elinize bir sis sarıldı
şiirlerden uçup
çadır inceliğinde gizeme dönüştü zevk
mehtabı umursamadan
göz aydınlığında seviştiniz
tutkuyla koşan parmakların hızı kadar cüretsiz
zaman ve siz
ten rengi şizofreninize tutsak
ve o kadar şehvetliydi
gölge, aşk ve sinekleriniz...
HAKAN SÜNSAL
YANIK KOKUSU
üşür müydük
çırılçıplak
ellerimizi
hatırlama
eldivensiz
dokunamazdık birbirimize
onu da hatırlama
sana vereceğim şehri bitirmedim
bitse
verir miydim
plastik gülleriyle
karlı havaların aşkları
yanmaya görsün
plastik şehir kokusuna dayanamam
baloncunun balonu
kokar mı daha az beter
macuncunun macunu
dudaklarında kalır
cezbeder
salkım söğütlü olan
kayıkçının parkıdır
hani fıskiyeli olan
içinde sen olan
ne zaman yağsa yağmur
gökkuşağından kayarsın
şarkı vardır aramızda saklanmış
kürekler su sıçratır
altında ıslanırım
kayıkçının parkası
yanardı -o zamanlar
plastik kokmazdı şehrim
seni üşürken sevdim
kollarım kükrerdi
orman vardı bahçelerde
bulvarlar kuraktı
çöllere dayanamaz
susardım
hurma mevsimsizliği
cilvesince önemli horoz şekercinin
sokaktan geçenler odun kokardı
kalbine plastik saplıydı
sosyetiklerin
korkardım
şehri son yaktığımda
içindeydim
islendim
soğuk bir gündü
yürüdüğüm yollar buzdandı -düş’tüm
eldivenlerim tutuştu
benim aşkım kardan kadın
senin aşkın kardan adamdı
ikimiz de havuç sevmezdik
üşür müydük kış geceleri
bilmezdik…
HAKAN SÜRSAL
DEMOKRAT CAN
çökmüş klavye eteğine
otuzbir yapraklı lale
her tık kurtuluş
her mesaj -devrim
yaratır evreni
sömürü yalan
çağcıl nesnedir solan
apaçık insan
en çok kim lider bugün
en çok hangi bayrakla yattık
zamanın tuşları çamur
zamanda güneş ki batık
katıksız öğün bekler sıska geceyi
öğürür televizyon
mideyi okşar medyum
kıçı açık müptezel heceyi
ucu kalkar
ardı havan
mermi sürer çıplak resmine
tutku yalan
çağcıl nesnedir solan
apaçık insan
n çok kim kazansın bugün
en çok hangi habere verdik
zamanın tuşları çamur
zamanda iğfal ki dakik
simitlik iştah kokar sokağın ağzı
bir çocuk artar tecavüze
emekli umut satar
gecekuşağı tükürür üstüne
-boğar
lağımda engin mültecidir kanal
mahreme kaçar kordonlu fare
salon diz boyu çamur
yatak bin yollu kaltak
evrim yalan
çağcıl nesnedir solan
apaçık insan
en çok kim izlenir bugün
en çok hangi başkana bu aşk
zamanın tuşları çamur
zamanda bin bir yavşak
giyinik döllenir çat orospular
monitör kerhanesinde
zilsiz kapı açar sohbet
eli günü yorgun
cinci bir masal kurulur
yalnızlık dehlizinde
gizler sigarayı ekran
dikilmiş kızlıklardan
çeyizine kan saklar
varoluş yalan
çağcıl bir nesnedir solan
apaçık insan
en çok kim ölür bugün
en çok hangi çiçeği sevdik
zamanın tuşları çamur
zamanda tabutluk yaşam
döl olur akar toprağa
her taze akşam
heykel ki donsuz
yürek ki buzul
narkotik bakışlar
gözlerde talan
en çok kim düzer halkı
ta senin yedi ceddine beyinsiz mahluk
ta senin eylemine
demokrat can…
HAKAN SÜRSAL
SANCI
ordur dağı aşındırmak
bilirim
yağmur bekler çorak yüreğin
kıvranırsın toprakyoldaş
sırrına ayna tutuğum dehliz gibisin
sana yansıyamam
duyarım
kundaklarsın ninnileri
benim marşlarım var
kanatlıyorum şehri kıbleden kuytuya
başı açık erguvan secdesinde bir kuş günahınca
biçtiğin diyara yaslanıyorum
fırınımda yüz kanal insan
gözlerim cellat
güvenme bana
görürüm
gecelersin
çatına yıldızlar yapışır
taşlı bir nafakanın çorbası kaynar üç ayak
bebelerin ağlaşır kırsal memelerin çeşme başında
avuçların göğe varır
varır da
duana kök salamam
bayramına uzak düşerim
ezanım siren -nefesim yara
aşkına dokunamam
çelik bir davulcuyla
yürüyorum toprakyoldaş
ateşin tuzağındayım
meydanım katıksız
boyacılar kin sürüyor yaldızlı nafakaya
bozgundur çığlıklar
irkilirsin
ellerinden tutamam
başak sofran açlığa gem vurur
ben kızıl bir şarap içerim
ıssız balıkçıların iç denizinden göçerim
mısralarımla sana
kim bilir
son damlanın izindeyizdir
bir tank geçer içimizden
önce seni çiğner
sancak renklerinden sana kefen biçerim
aklım ermez çift sürmeyi
kitabım ciltli
yolum fabrika
seni doyuramam toprakyoldaş
güvenme bana…
HAKAN SÜRSAL
DÖNÜŞÜM
nereye konar sonsuzunda terlemiş zaman
dur durak bilmeden ışıkları gezer de gider
hiç mi dönüp bakmaz fi'den kalan harabeye
bir buluta basmadan
gökler etrafında döner de gider
biter de gider mi hayat
can'lar onu sevmez mi
duyulmaz mı doğmayanların sesi
sular saat olur
akar saniyenin kuruttuğu bataklığa
her kâinat kendi yıldızını çizer
içinde yaşlı çiçekler solan bir surat yapıştırır üzerine
kalanı örter kalanlar
gömüler gün olur aydınlanır
gün gelir
her şey bir karanlıktan doğar ve biter
hayat yarın'a kısa
yaşanmış bir avuç kül
yetmeyecek ne geçeni ne kalanı an(ı)ların
gözlerinden kuşlar uçup gidecek
bilmeden konacağı yeri
sonsuz göçünde terli zamanın
bir avuç kül ve toprak
ki onlar(ın) için(de)
gitmek korkusuyla yaşlanan çiçekler titrer
kalanı gömer kalanlar
gömüler gün olur aydınlanır
her şey bir gün son bulur
bir gün başlar yeniden
her şey karanlıktan doğar
ve bir gün yeniden biter...
Hakan SÜRSAL
Sırrını Ağlayanın Şarkısı
I.
Daldan metal toplamaya başladım
Sonra çığlıklar yükseldi dağdan
Toprakla aramızda gizli bir anlaşma dedim
O sanki bana dedim
Bir sır gibi dolandı
Yağmur boşanmadan önceydi, hiç koku yoktu
Kolları da olduğunu ilk o zaman anladım
Öyle yatıp uyuyanın şarkısı olmaz
Ağlayıp da ölmeyenin sırrı okunmaz
II.
Köklerden demir erittim
Tepeden heceler yuvarlandı başıma
Dilsiz bu ağaçlar ama beni duyarlar dedim
Onlar beni geçmişte dedim
Yapraklara sarıp sakladılar
Öyle uzun kaldım ki gölgede, yeşildi uykum
Rengin dünya olduğunu ilk o zaman anladım
Uykuda uykuyu duymayanın sesi çıkmaz
Ağlayıp da ölmeden sır kalınmaz
III.
Sürüngen kuyruğunda çiviler gördüm
Kazdığım topraktan yaşlı ışıklar sızdı
İplik iplik dereler toprakta dedim
Denize kadar beni dedim
Taşıyıp yaşattılar
Taş incelip toprağa, ordan suya dönmüştü
Tenin çamur soyunu ilk o zaman anladım
Uykusunu soyunup uyananın masalı olmaz
Ağlayan da ölen de suya kazınmaz
Pelin Özer
BOŞLUK
ansızın
nasıl da soyunmuştu
ağaç, coğrafyanı keşfederken
sabırsızca.
cama tutunmaya
çalışıyordu
bir kelebek, dudaklarım
alırken kokusunu
dudaklarının.
sesin,
bir alışkanlıktı çocuk
kulağımda
boşluğu öğrenmem
için, ayak izlerinin
kaybolması gerekiyormuş
odalarda
oysa dönmemek
için gemileri
yaktığım ateşimdin
sen.
Melih Elhan
Tamirci
Kendimi asmak istiyordum, kırda
Onca sevindiğim kırda... bilmediğim bir
ağacın dalına... epey de övgüler
düzdükten sonra..,
hay çocuk, işte sen bu dalda
sallan dur; başın göğe erdikte
teğet geçsin ayakların
toprağa.. ve böğrün
güzelce boşalsın, çığlığın
sesini duy, budur sevinç;
kısa pantolon giymek
kadar eski.. kadar lime
fotoğraflar da söyler;
ey çocuk.. ey kadim.. bilirsin,
gül kokmaz olur, sabahın reçeli
bundan ibarettir, fakat sen...
nasıl da dikensiz... gülden ibaret!
değilsin sanki... benden ibaret!
Ne gam! Yürür gideriz, kunduralarımız
tertemiz.. ve fayda sağlar gövdemiz
evin yorgun akşamına..
sineriz.
Orda değil, kırda asılsam..
onca sevindiğim kırda..
bilmediğim bir ağacın-
dalına..
epey de övgüler
düzdükten sonra...
Fakat çocuk, sen kurtul..
kanayan dizlerini
çabuk yıka, temiz tut.
tertemiz geliri pembe deri..
zorlar kabuğu ve kendini
yepyeni kırlara atar, budur sevinç..
ben bilirim, ben yazdım, ben-
çabuk tamirci.
(Varlık, Nisan 2002)
Sina Akyol
Lirikler
Pıt
diyen sesi
dutun
Hava ağır ve sıcaktı, gecenin sesi
tenimdeydi, kıyıda tumba
çalıyordum, kimbilir kiminle.
seviştim ah, belki lotüs
çiçeğiyle, belki onun
taçyapraklarıyla.
konuştum
uzun.
Soyarken seni,
zamanlar öncesiydi
ve yoktu
incir yaprağın.
Telaşla baktım.
Yüzünü ezberime aldım.
Sesim dedim, sesime
dokunsun.
Parmak
İzlerimi
silerek
okşuyordum
boynunu.
Efendim, onu!
İncelikli
boynunu.
İndim koyaklarından
kardım geldim.
Eşkıya sekişimle:
Gümüş ovan! Kasımpatın!
Yoldum yoruldum
cennetinde ilk defa.
Mum ışığında gidip geldi gövden
ve ay doğduğunda-
yoktun! Olsun, biraz da yoksulluklar sevişmek.
Arındıkça çoğalır
diye insan, öptüm,
bilmem ki yalnızca
seni mi?
Hatta belki
Kendimi
Bile
öptüm.
Derin duydum, rüzgârın
ıslığı yoktu! Çünkü saydım,
kumun tanesi az’dı! Anladım,
demenin ürkütücülüğünü düşün,
-imkânsızdır anlamak
Emdim bitirdim.
Sütüm, dedim.
Helal şiir.
Sina Akyol
(İkindi Kitabı’ndan)
Güle ve Aşka Veda
Kalbinin durağında eyleşmeden geçiver
verimli kuluçkada peydahlanan balçığın
tahammülsüz atların sırtına bindirildi
bırak da can çekişsin bir alabalık gibi
ruhun kirli sularda gözeyi anımsama
künyende tabiatı hatırlatan ne varsa
rendele hafiflesin boynundaki ağırlık
çocukluğunun masal küresinden sökülmüş
ülkelerini bir bir geçir madeni ipten
ve bu afyonlu çağın mabedinde tesbih çek
güle ve aşka veda
güle ve aşka veda
güle ve aşka veda.
Ali Ayçil
Pişman
İçindeki denizlerde
masallarını avlayan korsanlara vuruldun
sualini abes buldu müneccimler
ezberlenmiş uçurumların kenarında oynuyordum
gece sır tutan ağzıyla ağaran günü öptüğünde
solmuş bir gülün izi kaldı senden
nisanları isyana çağıran
Nuhun yarası kadar derin
Meryem gibi sakladığın yerlerinde
çıbanlar çıkaran aşkı
kilitledin kalbinin karanlık odalarına
bir bir yırtttın hayal perdelerini
çözülmedik kendin kalınca bulmacanda
takvimlerin yabancısı parmakların
şimdi uslanmadan geriye sayıyor günleri
kehribar bir tesbihin tanelerine dokunur gibi.
Ali Ayçil
Çımacı
Ben bu iskelenin süryanisiyim
giden gider
bana kalır güneşin kızıllığı
herkesi uğurlayan o uğurlanmaz hüzün
ayırmaz kıyısından içimdeki korsanı
Yalamadır rotası
ipi kopuk bir kavmin
suyu görünce yekten hain hain gülümser
çünkü karda iz tutan bir yüzü yoktur suyun
göç denen çingeneden aşinalığı siler
İki alem arası
bu zalim arasattan
bahar denilen savruk melek de geçen bazan
terli avuçlarında tuttuğu şu uyruksuz
ağır gülü unutur gider dalgınlığından
Artık kalın halatlar yalnızca ruhum için
dalgalar çekip onu sanki benden alacak
tükendi pörsük hayat
pösteki sayar gibi
geriye ne kaldı benden başka salacak.
Ali Ayçil
Rilke'nin Hz.Muhammed'i anlatan şiiri
Gerçi saklandığı yere, o pek yüce olan
Girince bir bakışta tanınan Melek
Dimdik ve görkemli parıltılar salan:
Yalvardı bütün iddialardan vazgeçerek
İzin verilsin diye gezgin kalmasına
Eskisi gibi, dalgın bir tacir olarak yani;
Okumuşluğu yoktu, fazla gelirdi ona da
Bilginlere de görmek sözün böylesini.
Melekse emredercesine gösteriyordu
Levhasına yazılanları yalvarana
Gösteriyor ve istiyordu tekrar: Oku
Okudu O da: Öyleki Melek hayrandı.
Çoktan okumuş denirdi artık ona
Yapabilendi o, kulak veren ve yapandı.
Rainer Maria Rilke
Anka kuşu ve kaplumbağa
Bırakın en gürültülü kuş
Dursun yalnız arap ağacında
Haber verilsin borozanlar ötsün
Bu çağrıya cevap verecek olan erdemli kuşlara.
Ama sen bağıran haberci
Şeytanın kötü muhbiri
Ateşin sonunun habercisi
Bu birliğe geldi sen yoktun
Bu kuşlardan uzak dur
Şu topluluktan koru,
Bütün zalim av kuşlarını
Kuşların kralı olan kartal hariç.
herkes saygıda kusursuz olmalı
Bırak beyaz cübbeli rahip
Bu yaslı müziği anlayan şarkıcı
Ölümü kutsasın
Ki ağıt hakkını bulsun
Ve sen,çoktan vakti geçmiş karga,
Alıp verdiğin nefes ile
Kendi kara türünü kendi yaratan
Yas tutanlarımızın arasına gelebilirsin.
Ve şimdi şükran duası başlıyor:
Aşk ve metanet öldü;
Anka kuşu ve kaplumbağa bizi bıraktı
Ortak bir aşk ve metanet alevi ile böylece.
Böylece birbirlerini aynı iki varlığın içindeki sevgi gibi sevdiler
Yalnızca birindeki öz ile;
İki fark,ayrım yok;
Bir aşkta birleşmiş olarak ayrı kişiliklerini söndürerek
Kalpler uzakta,ama ayrı değil
Ne mesafe ne boşluk var
Kaplumbağa ve kraliçesi arasında
Ama içlerinde bir mucizeydi.
Ve aralarında aşk parıldadı,
Kaplumbağa kendine olacakları gördü,
Kuşun görünüşünde yanacak,
İkisi de birbiri için 'benimki' idi.
Böylece korkunçlaştı kişilik olgusu
artık onların farklı idi kişiliği
onları çağıracak bi isim yoktu
İki isimden oluşmuş varlığın tekliği
Mantık,kendi içinde karmakarışık.
Ayrımın beraber büyüdüğünü gördü;
Kendilerine ama ne birine,hiçbirine;
İki dürüst varlık tek vücut olarak daha iyi bir şekilde
Ve bağırdı 'nasıl oldu da böyle ikili
Böyle uyumlu göründü!
Aşkın nedeni var ama açıklaması yok
Eğer iki ayrı şey öyle kalabilirse.
Bu noktada mantık ağıt yaptı:
Ankakuşuna ve kumruya,
Ortak ululara ve aşkın yıldızlarına,
Ve hepberaber bu trajik ana.
Ağıt;
Güzellik,doğruluk ve nadidelik;
Zerafet ,tek vücutta birleşti
Aynı bu kasenin içindeki küller gibi
Ölüm şimdi ankakuşunun yuvası,
Ve kaplumbağanın sadık kalbinde
Sonsuza kadar yatacak
Bir döl bırakmadı.
Bu zaafları değildi
Bu beraberliklerindeki saflıktı.
Dürüstlük belki görünür ama ulaşılamaz
Güzellik kendiyle övünür ,ama bu gerçek güzellik değil.
Çünkü dürüstlük ve güzellik öldü.
Bu çanakta tekrar birleşsin
Doğru ve güzel olan;
Ve bu iki ölü kuş için yavaşça dua edin.
Shakespeare
çeviri: tutunamayanlar
Hamiş: Kaplumbağa diye isimlendirdiği aslında bir kuğudur. Arap ağacı akasya ağacıdır. Kargaların nefesleriyle çiftleştikleri inancınıda bilmekte yarar var.
DOKUNUŞ
Ellerim
Perdelerini açıyor varlığının
Bir başka çıplaklıkla giydiriyor seni
Gövdelerini soyuyor gövdenin
Ellerim
Bir başka gövde yaratıyor gövdene
Octavio PAZ
Çeviri:
Ülkü TAMER
UNUTUŞ
Yum gözlerini, yitir kendini karanlıkta
gözkapaklarının kırmızı yaprakları altında.
Gömül vızıldayan sesin
düşen sesin halkalarına
ve uzaklarda yankılan
dilsiz bir çağlayan gibi,
davulların çalındığı yerde.
Bırak kendini karanlığa,
kendi etine gömül,
kendi yüreğine;
kemik, o mor şimşek,
kamaştırsın gözlerini, kör etsin,
mavi göğsünü göstersin akşam ışığı
körfezler ve gölgeli koyaklar arasında.
O sıvı karanlığında uykunun
ıslat çıplaklığını;
kıyıya kimbilir kimin bıraktığı
gövdeni, o köpük danteli unut.
Sonsuz kadın, yitir kendini
kendi benliğinin sonsuzluğunda,
bir başka denizle buluşan bir deniz gibi
unut kendini, beni unut.
Dudaklar, öpüşler, aşk, her şey yeniden doğar
o ölümsüz, o yalın unutuşta:
gecenin kızlarıdır yıldızlar.
Octavio PAZ
Çeviri:
Ülkü TAMER
BİR ŞAİR
"Müzik ve ekmek, süt ve şarap, aşk ve uyku. Bedava. Büyük
ölümcül kucaklaşması birbirini seven iki düşmanın: Her
yara bir çeşme. Arkadaşlar, zamanın sonuna dek sürecek
sonul sohbet için silahlarını iyice bilerler. Aşıklar geçer
gecenin içinden, birbirine geçmiş biçimde, yıldızların ve
gövdelerin birliği. İnsandır insanın besini. Bilgi düş
görmekten farklı değil, ne de düş görmek yapmaktan. Şiir
ateşe atar bütün şiirleri. Sözler bitmiştir, imgeler bitmiş.
Nesne ile adı arasında uzaklık kaldırılmış; adlandırmak
yaratmaktır, düşlemek doğmak."
"Şimdi sıkı tut çapanı, kuramlaştır, vaktinde gel. Fiyatını öde
ve al maaşını. Boş zamanda, çatlayıncaya kadar otlan: Çok büyük
gazete meraları vardır. Ya da, kır çevrendekileri kahve masasında
her gece, dilin şişer politika yapmaktan. Kes sesini ya da gürültü
çıkar: İkisi de aynı şey. Bir yerlerde zaten vermişler cezanı.
Onursuzluğa ya da darağacına götüren yol tek değil: Düşlerin
fazla berrak, güçlü bir felsefeye gereksinmen var."
Octavio PAZ
Çeviri:
Ali CENGİZKAN
ASIL ADALET
İnsanlarda tek sıcak kanun,
üzümden şarap yapmaları,
kömürden ateş yapmaları,
öpücüklerden insan yapmalarıdır.
İnsanlarda tek zorlu kanun,
savaşlara, yoksulluğa karşı
kendilerini ayakta tutmaları,
ölüme karşı yaşamalarıdır.
İnsanlarda tek güzel kanun,
suyu ışık yapmaları,
düşü gerçek yapmaları,
düşmanı kardeş yapmalarıdır.
Hep var olan kanunlardır bunlar,
bir çocukcağzın tâ yüreğinden başlar,
yayılır, genişler, uzar gider
t"a akla kadar.
PAUL ELUARD
Ve artık hükmü kalmayacak ölümün
Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.
Ölüler çırılçıplak birleşecek tek bir gövdede
Yeldeki ve batı ayındaki adamla;
Kemikleri ayıklanınca ve yitince arı kemikler
Yıldızlar olacak dirseklerinde ve ayaklarında;
Delirseler de uslu olacaklardır her zaman
Batsalar da denize doğacaklardır yeni baştan;
Sevenleri kaybolsa da sonrasız yaşayacaktır sevgi;
Ve artık hükmü kalmayacak ölümün
Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.
Kıvrımları altında denizin
Yatacaklar upuzun ölmeksizin yelcene;
Kıvranıp işkence aletleri üstünde
Adaleleri çözülünceye dek
Kayışla bağlasalar tekerleğe ezilmeyecekler
Avuçlarında ikiye bölünecek inanç,
Tek boynuzlu canavarlar yönetecek onları
Yıpratamayacakları her şeyi o paramparça kıracak;
Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.
Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.
Martılar ağlamayacak artık kulaklarına
Dalgalar kırılmayacak gürültülerle deniz kıyılarında;
Bir mayıs çiçeği soldu mu hiçbir çiçek
Başkaldırmayacak vuruşlarına yağmurun;
Çılgın ve ölü olsalar da çiviler gibi,
Başları çekiç gibi vuracak papatyalara,
Güneş batıncaya dek güneşte kırılacaklar,
Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.
Dylan Thomas
Arka Bahçe
birbirine dolanan hayaller yumağıdır hayatımız
kim karar verebilir birbirine dokunan taş ve su
hakkında, kimin kimi ayakta tuttuğuna, ve günün
aslında kumdan, tuzdan ve ışıktan oluşmadığına?
boşlukları doldurduğumuzda belirecek hayatın
anlamı, taşı ve suyu doğru yorumladığımızda, bir
yarı öbür yarıyı anlayacak: olgunluk bize yaban
meyvesi gibidir; gevşek ağızlarımıza dokunan zehir!
kim sana verdiklerimi, senden aldıklarımı çözebilir?
birbirine dolanan hayaller yumağıdır hayatımız,
hayalleri dik tutmak gerekir.
...
ben yumuşak tuşlarına basacağım hayatın
sen çatıyı kur.
sırları soracağım ben,
sen hayatın anlamını ara.
yazın yönünü değiştireceğim ben
sen yolculuğa çık.
ben arka bahçeyi özleyeceğim
sen inat et...
Birhan Keskin
Kanamalar
size,
bu odanın alacakaranlığından,
okyanusundan, beni boğan dalgalarından,
tenimde kalan tuzundan ve
yastıklarda kuruyan gözyaşından
hiç bahsetmedim.
size,
nasılsın diyerek başlayan telefonlarınıza
(garip, tuhaf aslında)
beyaz bembeyaz tabiatımla
"iyiyim" diyorum.
yani aslında korkuyorum
bütün bunlar kıyamet
bütün bunlar cinnet
bütün bunlar cinayet demeye
bir daha düzeltilemeyecek sözler
söylemeye korkuyorum.
telefonla birlikte ışığı da kapatıp
bol şanslar deyişiniz, şanslar deyişiniz, deyişiniz
çınlarken içimde,
bunun beni ne kadar kırdığından
hiç bahsetmedim.
bahsetmediğim çok şey var daha
yaz çiçekleri, cam çiçekleri ölüyor
akşamın altını, gümüşe dönüyor
bunlar da önemli elbette
en az,
bana ihaneti öğrettiğiniz
bana kanatlarımı bıraktırdığınız kadar.
Birhan Keskin
geç benden, ben dururum, ben beklerim, geç benden,
ama nereye geçersin benden ben bilemem.
dediler ki, olgun bir meyve var sabır perdesinin ardında,
dünya sana sabrı öğretecek, olgun meyvenin tadını da.
dediler ki, şu ağaçlar gibi bekledin, şu ağaçlar gibi hayal,
şu ağaçlar gibi kederli.
açıldım, kapandım, açıldım, kapandım, gördüm
gelenler kadar gidenleri de,
hani sabrın sonu, hani gamlı eşek, pervasız nar nerde,
hani bahçe?
biri gelse.. biri görse.. biri gelmişti.. açmıştı.. durmuştu..
duruyor hâlâ bende.
kaç zamandır çınlıyor içimde bu boşluk, kim
kıydı, bahçenin şen duluydu, karşımda duran dut?
en çok onunla bakıştımdı, bir kere olsun dilegelsindi,
çok istedimdi.
bana kalsa susardım daha, ama dilimdeki paslı kilit çözülür belki,
sapaya kaçmış cümlem uğuldar, içimin kurtları kıpırdar diye
gıcırdandım takatsız.
gördüm hepsini, gördüm hepsini, sabrın sonunu!
biri gelse, biri görse, şimdi,
rüzgâr sallıyor beni...
Birhan Keskin
Ayrılık
kaç gecenin çölüdür bu ayrılık
kaç şiirin dölüdür üstüme
örttüğün bu ince sessizlik
kalbim alış artık, kır kendini
kendi duvarında, sesini
kendi duvarına haykır.
tesadüfen birbirine rastlamış
başka başka aşklarsızın siz artık
geceyle gündüz gibi birbirine
ayrılmış. O ki rüzgar, bir zaman
senin çölünde kumlar uçurmuş,
o ki gece ve esmer, görmüyor
sahrayı, sesi içinde karışmış.
her ayrılıkta kendine saplanan bir hançer
kendi sabrını deneyen taş,
kendi uykusuzluğunda yatak oldun.
kül koy şimdi yanına korunun
seni kavuran onu da yakmasın.
aşkla besle kendini, gül yetiştir,
sardunya çoğalt.
ki, sen aşktan ve ayrılıktan
başka ne anlıyorsun.
Birhan Keskin
Kim Bağışlayacak Beni
Reddettim, bütün kesinlikleri, kalbim
Bu hayale bir daha inansın diye
Siyah. değişmiyor, siyah, hala nehir içimde
Ve kalbim, anlamıyor
Adalet niye yok diye?(1)
Yıktığım, atladığım, söndürdüğüm
Bir yangın yerindeyim
İçimde sadece, dediğim gibi,
Her gidenden biriktirdiğim melekler,
Kalbimin üstünde bir daha hançer.(2)
(1),(2): Birhan Keskin
İHANETİN UĞULTUSU
öylesine bir Mayıs. bu
ikinci, sen yoksun. ruhum
çinko bir tepside. yalnız;
arayan değil dönen biridir
her yer bulaştı üstüme.
kirliyim,
bir zenci kadar telaşlı. bağırın,
diye sustum, söz ve ses
yabancıdır, ten yanılmaz. ansızın
bir teleferik, termometre ya da aysar...
deliyim, bir gece bekçisi kadar dalgın. kefen
diye örtünmedin üstüme
işte herkes çekip gitti. geç oldu, ama
anladım, insandan korkmak gerektiğini. söyler-
im, zaman ve veznedar cüreti:
'esrik bir kadını öpüyorum. bakmayın
adımı bilmiyor. nasılsa unutur
güneşin kuzeyden battığını. kasıklarımda
cinlenen hin'e sarılıyor. bildiğim
tek özgür ülke, nüfus: 1, rakım: 1.72! '
içime döndüm yine. seni severek
kullandım çarşı iznimi.
SELİM TEMO
19 Aralık 2009 Cumartesi
Yaş
Yazmam daha aşk şiiri,
Diyenlerin kervanında kışladım
Çöle yağaerken donmuş levhalarda kar sureti
İmkansızın bereketi
Gözümü alırken her yanımda ışıyan gençliğim
Kimin yaşındaydım bilmedim.
Geceleri heceleyerek söktüm
Aldım yedeğimdeki kelimeleri
Işığa tuttum içimi loş tutan nesneyi
Yunus’un yaşına geldiğimde
Dünyayı aşk, imkansızı erkek bildim.
Kelimelerle dokundum dünyanın hallerine
Dokunulmazlığım kalktı
Kendi şiirimde kendi Divan’ımdan
Sürüldüm
Git gide Fuzuli’nin
Yaşına geldiğimde.
Halk türkülerinin serçeli kafiyeleri
Gibi uçuşu kolay ve çabuk akla gelmez
Engelleri aşk için yapılan bütün benzetmelerin
Sırasını sektiren olayların gidişi
Yılları saymadan Karacaoğlan’ın, Baki’nin yaşına geldim.
Görmenin gevşeyen bilgisi
Yaş aldıkça tutunduğum diri şaşkınlık
Başkasına doğru çözülüyor tenimdeki kelepçe
Zaman benim içinde ileri gittikçe
Dönüp bakmaların tarihinden
Geri saydım kendimi sana geldim
Onca aşk içinden geçtim de
Kimsenin yaşına değmedim.
Kimsenin yaşına değmeden
Daha anısı kurumayan
Dünlerim bitmediğinde
Hayatın rüya dilini bile öğrenemeden
Hayatta kaldım
Onca felaketten
Şimdi buradayım
Elver yanına geleyim bunca aradığım,
Babam ol, oğlum ol,
Kardeşim, yoldaşım, arkadaşım ol,
Ben sevgilim gibi seveyim
Benim yaşıma geldiğinde.
Bildiklerim kadar unuttuklarımla da seni büyüteyim.
Biliyorum, yenilenenler geçmişe kadar kaçar birinde
Haritamı kaybettim ey Piri Reis!
Çinisi soldu maviliğimin
Nice Osmanlı şiirnde
Odalardan odalara
Azala çoğala
Yaşadım da
Fatih’in kokladığı karanfili
Denize bakan bir şiirde düşürdüm.
Rüyasında koklanmış karanfilini Fatih’in
Alınmış İstanbul’da düşürdüm
İçim başka yere sürüldü
Tarih alındı benden
Günümün acı ışığına kaldım yeniden
Bir sikkenin ilk basıldığı günü hatırlıyorum
Suç ışımasında ortak belleğin altın
Kaynağına indiğim suya düşürdüm
Kendi yaşıma geldiğimde
İlk şiirimi üzerine kazdım ben
Ben kendimi ilk şiirimde düşürdüm
Çok alındım kendimden.
Murathan Mungan
...BİR DOĞUM GÜNÜ İÇİN...
-Exileangel,cahil peri,o ya da bu
kim nasıl tanıyorsa...
bir doğum günü için sadece o kadar.
Göklerin yüzü güldü mü
Dünyaya geldiğin zaman?
Azgın sular duruldu mu
Dünyaya geldiğin zaman?
Güneşler gibi tek miydin?
Ay ışığından ak mıydın?
Böyle nazlı çiçek miydin?
Dünyaya geldiğin zaman?
Yıldızlar halin sordu mu?
Bulutlar selam durdu mu?
Yerlerin kalbi vurdu mu?
Dünyaya geldiğin zaman?
Aşkını candan duymuşum,
Canım yoluna koymuşum.
Tam dokuz yaşındaymışım
Dünyaya geldiğin zaman.
Kimbilir nasıl güzeldin,
Göklerden yere süzüldün...
Benim alnıma yazıldın
Dünyaya geldiğin zaman
Sabahattin Ali
16 Aralık 2009 Çarşamba
_______ÖTE_______
Dilsiz ve soğuktur binlerce çöle
Açılan bir kapıdır dünya
İnsan senin yitirdiğini yitirirse
Bir yerlerde duramaz bir daha."
F. Nietzsche ( B. Necatigil )
Belki de uzun süren bir düşün
içersindeyim.
Perde aralığından süzülen gün ışığı
Göz kapaklarıma değince
uyuyan bedenime aydı beynim
Yorgun
Yorganımı çekiştirirken başıma
uyuşmuş ellerimle sarılmak istedim
sevgilime
ellerim boş bir yatağın
nemli kırışıklarında dolandı
Doğrulup göz ucuyla bir baktım
Kimse yok
Ayaklarımı yataktan sarkıtıp
öylece durdum bir süre
Sonra kalkıp çırılçıplak çıktım odadan
Kurulu bir sofra bekliyordum belki
ve demlikte buharı tüten çay
Oysa akşamdan kalma bir oda duruyordu
önümde
Edel'den bir not arandım
gece aynada bıraktığı parmak izinden
başka hiçbir şey yoktu
Neden böyle erken gitti ki
onu kızdıracak ne yaptım
yok
yok öyle eserlikli biri değil o
Bir zeytin yalnızlığı
Radyoyu açsam ses
ne kadar doldurabilir odayı
ya ağzım doluyken konuştuklarımı
Kim kulak arkası edecek şimdi
Bir parça ekmek biraz haşlama kahve
gözlerimde uyuyan bir ahize
Sol elim uzanıp kavrıyor ince belinden
sonra parmaklarım tıkırtılarla tıkırtılarla
Trıııt tıırt tırt trııırt tırt trıırt
Diiiit diiiit diiiit diiiiit diiiiit
Şu an telefona yanıt veremiyorum
Lütfen sinyal sesinden so
Mekanik bir sesle konuşma hüznü
Bir kırgın düş gibi duruyor
elimde ahize
Meşgul bir hat gibi uzuyor kordonu
Gün sessiz
gecenin soyunukluğunda
giyiniyorum
kapılar beni dışarı kusuyor
aynadan kaçırarak gözlerimi
merdivenler bir soru işareti gibi uzanıyor
trabzanda kör elim titrek
sırtımda bir göz taşımaksızın
ayağıma bir söz takılmaksızın
eritiyorum basamakları
Bir fotoğraf sessizliği
denklanşörüne basılmamış bir gün
Denizin kokusunu taşıyor rüzgar
aşırarak dalların hışırtılarından
Kimse yok
Köşede ışık kendini unutmuş
Nerede arabaların korna ve fren sesleri
Arasında su gibi
yılan gibi kıvrılan insanlar
Ya balkonu beyaz bayraklı kadının gözleri
Bir tülün ardından bakan geçmiş
Aransa bulunmayacak bir sessizlik
yalnız adım seslerim ve soluğum
Trafik noktasında danseden bir karga
oysa hep bir korkuluğa benzetirdim polisleri
Abus bir kabus bu
ve ben düşeceğim yatağımdan
ce ee diye fırlayacak Edel'in gözleri
Ya da bir kamyon çarpsa uyansam
Belki de çarptı
Belki de komada son düşündeyim
Hemşire helecenla
gusulhane imamı pamuğuyla bekliyor
Islanıyorum
belli ki ölü bedenimi yumuyorlar
ama niye yağmur suyuyla
Üşüyorum
demek ölüler de üşür
Düşte miyim ölü mü
Bu nasıl oyun biri mızıtsın artık
Elma dedim çık
Yok yok ne düşteyim
ne de ölü
Olsa olsa bir deli
Ancak bir deli yakalayabilir
böyle mutlu sessizliği
Yağmur hızlanıyor ahmak ıslatan
ben sokakta ıslak bir deli
ve parkta boş salıncaklar
Kaldırıma çöküp ağlıyorum
katıla katıla
bende katılmalıyım bu yağmura
Yerde bir ilan ıslanıyor
sözcükleri dağılıyor gözyaşlarıma
bir mazgaldan içeri süzülüyor
Barış için
Ah gözüm düşünen deli gözü
Delilerde düşünürmüş meğer
Artık ne yapsam yeridir
Birini bulsam tokatlayacağım
Oysa şiddeti sevmem
ama şimdi öksürük gibi gerekiyor bana
Yoksa bir deli bile değil miyim
Ne düşteyim ne ölü ne de bir deli
Ya ben kimim
Ne olur biri çıkıp söylesin bunu
Kişi düşünde bile
bir başkasını görür
veya bir başkasının gözleriyle kendini
Abüs bir kabus bu
Uyanmak için kaç ayna kırmalı
Kaç evin canımı taşlamalı
Ne kadar uzağım ki evimden
Karnım da uzayan bir açlığa demirledi
Güneş kuzey batıya yönelmiş
Karanlık çöküyor üstüme
Şehrin ışıklı gürültüsünü severmişim meğer
Kimse yok mu
Kimse yok mu
Kimse yok
Bir kapı çarpsın bir bebek ağlasın
Ya da yolda ağız dalaşına dalsın iki şöför
Ardından korna sesleri
ayıp oluyor abiler tutmayın beniler
Şirret bir ses duysam sarılacağım
Ne olur biri hışımla gelsin yanıma
Sevgili düşmanım seni de severmişim meğer
Elma dedim çık
Bak sana bir bıçak alırım
belki de tabanca
Kurşunlarını da doldururum üstelik
Telefon çalarken açmamak güzel
bir tanıdığı görmezlikten gelmek
Yol değiştirmek bir sokaktan geçerken
Ya da hiç çıkmamak evden
Şimdi ben kimden kaçacağım
Ağlıyorum
Koşuyorum
Bağırıyorum
Ne bir çarpan ne de sesime bir yanıt
Ben aşkın kobayı
Hep kendim için severmişim meğer
Ah kanımda küçük bir dilenci uyur
Zıplıyorum sularda
Yerde yağmur gökte çamur
Ya da tam tersi kime ne
Ne söylesem yalan
Ne söylesem gerçek
Nereye baksam yalnız benim gözlerim
Uzak kıyılara vuran kulaklar benim
Edel
gel bana yeni bir göz ver
yeni bir ağız
Belki bir barda kendimle söyleşmem gerek
Belki de kendime yargılıyım ben
Düşte veya gerçekte
Afişte gülümsüyor bir başkan parizien
Panoları üstünde aşifte resmi
İnsanı nerede görsem severmişim meğer
Çini ustalarının çekiç sesleri
İstim salması bir vapurun
Gece yarısı toplanması çöplerin
Ve durdurak bilmeyen trafik öyle güzel
Peşimde yalnız kendi sesim
Önümde kara bir şehir
Vitrinde asılı etlerin böylesi seksi olduklarını bilmezdim
Öyle çok ki bilmediklerim
Kimse yok mu
Kimse yok mu
Kimse yok
Abus bir kabus bu
Elimde bir fotoğraftan gülümsüyor
Edel'in gözleri
Cüzdanımda kırılmış sararmış
herhangi biri gibi
üzdüğüm kırdığım herhangi biri
Özür dilerim aşk
İyi bir öğrencin olamamışım meğer
Ben ıslak
Ben ıssız
Yapayalnız yalpalıyorum kaldırımlarda
Bir düşmanım bile yok
bir kör noktada yitirsem ya kendimi
Biri çıksa karşıma
benden öylesine uzak biri
Bir tren gibi gülümseyip geçse
Yağmur dindi
ağır ıslak gölgemi sürüklüyorum
acıkmış bedenimin üstünde
eve hangi eve gidip ne yesem
Biri bir şey istese
Biri kızsa
Önümden çekil dese biri
Yolda bana omuz atan kişi
seni de severmişim meğer
İster kaldırıma ister baldırıma tükür
hani tükürmesen de olur
Hele bir çarp bana
Sonra ters ters öyle bir bak
O hiç anlam veremediğin bakışınla
Şimdi daha iyi anlıyorum seni
yokluğunda değer kazanıyorsun benim için
Ah o kalabalık
Öfkeli kalabalık
Dişim kırılsa acımaz artık
içimdeki acı kime anlatayım seni
Tezgahta çürüyen meyve
duyar mı sesimi
ya içimde dağılan bulut
Tıııırt tıırt trııırt tırt tıırt
Hiç telesekretere aşık olur mu insan
Yeniden ve yeniden yalnız
Dinlemek hep o yanı sesi
Edel yok
Ne de onu aldattığım kadınlar
Elbet o da aldatmıştır beni
belki seviştiğimizde
Yapmadım desem yalan
Belki de bir başkasının kollarında
o ince teniyle ıslatmıştır çarşafları
Bir melek gibi uyuması ondan
Uluorta kuytuda sevişince insan
daha bir huzurla girer yatağa
uyku bedeni yanında taşır
Ayaklarım kimsesizliğini benliğimin
Öpüşlerim öyle uzak
nesnesiz bir düş oluyor yaşamın
düşsüz bir nesneye dönüştürüyor beni yalnızlık
Sokakları eve taşımayı severmişim meğer
Yatak ve yol
Kaldırımlar ve yastığım
Ey insan her şey seninle güzel
Artık taşıyamıyorum başımı
omuzlarımın üstünde
Gökyüzünde de güneşin başı düşmüş
ayın saçları kıyıya vuruyor
Karnım ölesiye aç
Bir sofrada konuşmaları severmişim meğer
Ya çatal bıçakla insanı susturanları
Dinler gibi yapıp
Ağzındaki lokmadan başka bir şey düşünmeyenleri
Uzadıkça uzayan bir lokma
Olsun
yeter ki karşımda biri dursun
Şimdi boğazımdan nasıl geçer lokma
Abus bir kabus bu
Ne kadar sıkıcı olduğumu bilmezdim
öyle çok ki bilmediklerim
Artık ne yapsam yeridir
Hani benim pazarlık keyfi beğenmemem keyfiyetim
Kime şikayet edeceğim
Kime beğendireceğim kendimi
Edel secerdi hep ben sıkılırdım
metozori beğenirdim sonunda
Ah uzayan çoçukluğum
Şimdi ne yapsam
ne etsem
Sosis yesem midem bozulur mu
Ya turşu suyu ya turşu suyu
Bu cadde insanlarıyla aşinaydı bana
Tanışmıydım ki hepsiyle
Kaçar idim gözlerinden
san biri baksa hır çıkacak
Ah gözüm kaldır başını yerden
Neden teğet baktım ki insanlara
bakışlarım içime batıyor
Abus bir kabus bu
Güneye bakan bir odadan uyanaydım güne
Ya da bileğim burkulaydı merdivenlerde
Üşüşen meraklıları da severmişim meğer
Üşüyorum
Yağmur kurudu üstümde
Ne düşteyim
ne ölü
ne de bir deli
Ayakkabımda bir delik
parmaklarım sularda
O hep aynı yaşta kalan
yaşlı kunduracı nerede pençe atsa
öyle yakışırdı ki falçata eline
Simsiyah olurdu seyrederken
faltaşı açılmış gözbebeklerim
Siyah nasırlı elleri severmişim meğer
Bağırıyorum
haykıra hıçkıra
ağlıyorum
Kimse yok
Ağzımda bomboş döneniyor dilim
karşımda sırf kulak kesilmiş biri yok
ne de dinler gibi yapan biri
Sesim gidiyor uzaklara
elleri boş dönüyor sokakları
Artık yerin bile kulağı yok
Gözyaşlarım karışıyor yağmur sularına
her damlası bir mektup
Edel ' e hiç mektup yazmadım
ya kime
ellerim kırılsın benim
Telefon rahatlığına sığındım hep
Tııırt tırt trıııt tııırt trıırt tırt
diiit diiiit diiiit
Hiç telesekretere aşık olur mu insan
Tele kız da değil üstelik
yalnızca düşlemimde gezen bir ses
Ah sinema afişleri
Gazozun içine atılan leblebi
Seyredilmeyen filmlerin arka koltukları
eh işte güzeldiler
Küçücük ayrıntıları severmişim meğer
Şimdi herşey elimin altında
ama neye yarar
Ya usulca elini tuttuğum güzel
ön sıradaki yaşlı kadın nerde
Belki iğrenerek belli imrenerek şikayet eden
Kader seni kime şikayet etsem ki
Yılan hikayesi gibi
uzuyordu elalemin sözleri
Yazık olmuştu güya Edel ' e
Şimdi yazık değil mi bana
yalnızlığım bile terketti beni
Bir delinin kalabalıklığına özeniyorum
Nasıl da çoğalır kendinde
Sığ biri olduğumu hiç bilmezdim
Kimse yok
bir anlamım yok
Soluğu yeter derdi ninem dedem için
anlıyorum ne kadar haklı olduğunu
Bir insan soluğu yeter
Bir köpek yanaşıyor yanıma
İlk kez bir köpekten korktuğumu hissediyorum
Nedense onlar terketmemişler beni
ne beni ne şehri
Peki ya insanlar
Sürü halinde uzak yurtlara mı göçtüler
Çoçukluğumda saklambaç
oynarken de bulamazdım kimseleri
Belki de aramazdım
dört yapraklı yonca aramak gelirdi işime
Bir bakardım herkes sobelenmiş
gülerlerdi bozulurdum
Şimdi de gülseler ya
elma dedim çık
Çanak çömlek patladı
Ayın boynu öyle ince
Edel ' in gözevlerini benzetirdim aya
Hele bir kırptığında
yakomozlar kıpraşırdı bedenimde
Gazeteler düne ait
Bayatlayan ekmek çürüyen et
Ya ben neden şehrin çarmıhına gerildim
neden yalnız bırakıldım
Aynalar yalan söylemezler mi yoksa
Ya kim tanık olacak bana
Bir sıkıntıya demir almış gidiyor
gözlerim pupa yelken
Gittiğim bir arpa boyu
Ah o biralı geceler
Gülme zorunluluklu fıkralar
Koyuldukça açılıp saçılıveren
Kadınların yanında iğreti kibarlık
Masa altları gündem dışı
Hep alıntılarla geyik üstü
Muzursuz entellekta seni de severmişim meğer
Şimdi bir gölge
Üstüme eğilse
Sarsa beni bir insan karartısı
Gölgesi yeter
Hele şöyle bir geçsin
bilmezdim kıymetini
rahatsız olduğum kalabalıkların
Gözünü sevdiğim gürültü
elma dedim çık
Ne gözyaşlarımı silen
ne de karı gibi zırlama diyenim var
Neden ağlamasın ki erkekler
Ağlamak nar kırılımı değil mi duyguların
Beni vareden şehir yutuyor benliğimi
Eve gitsem
Hangi eve
Sağa dönsem sola dönsem dursam
Uyusam
Ne için
Abus bir kabus bu
Düne dönmek istiyorum
yeni bir güne uzanmak istiyorum
Köpekler kadar özgürüm
duvarlara işeme özgürlüğü
Neden bir kuytu arıyorum ki kendime
eve kadar tutmaya ne gerek
Kim ayıplayacak ki beni
biri çıkıp ayıplasa keşke
Edel ' e anlatırdım sıkılarak
sidikli bir çiçeğe benzerdim boyunu bükük
Kimse yok mu
kimse yok mu
kimse yok
Kedi daldaki kuşa bakıyor
kedinin bir amacı var,
ya benim
kendimi başkalarının gözünde severmişim meğer
Belki gün saracak
geri sayım başlayacak
doluverecek yine sokaklar
ve ben hiç bir şeyi beğenmeyeceğim
şu an özlediklerime dudak bükeceğim
O gürültü
o kalaba
Edel çirkin görünecek gözlerime
Eski bir fotografa bakacağım
yine hayallere dalacağım
yeni anılar kuracağım kendime
İlk aşk neden güzel gelir ki insana
her ilkin bir evveli vardı oysa
Ahir zamanı mı yaşıyorum şimdi
Gözyaşlarım kurudu
boğazım da
Kimse yok
yalnızlığım bile terketti beni
Bir şişe şarap alıp gömülürüm düşüncelere
sonrası kimbilir
Kaçıncı kadehten sonra paylaşırdım kendimi
Ne kadar içtendim bilmem
Gerçek ile yalan arasındaki sınır ne
Edel neden şimdi daha güzel
Bir buluta giriyor ay
bacalarda duman yok
Açılmıyor evlerin kapıları
Camlara küçük taşlar atıyorum
sonra daha irilerini
Her taş bir mektup
pul gibi geziyorum sokakları
Duvarlara çarpıyorum avuçlarım kanıyor
acı bile duymuyorum
Damarlarım boş sokaklar gibi uzuyor
Ayı yutuyor bulut
O da terketti sonunda beni
Ah Edel'in gözleri
Puslu bir sayfa gibi
Uzanıyor önümde gece
Ayaklarım bile terkediyor beni
yerçekimsiz bir külçe gibiyim
bir boşlukta dönemem
dönenen
dönenen
dönenen
Bu ışık da ne
neden içimden geçiyor bu tren
Bir tünel ıssızlığında ben
Ruhban takımı uzun eşek oynuyor içimde
vagondan vagona atlıyorlar
sonra gözlerimden dışarı atlıyor çocuklar
Şeytan kaç
şeytan kaç
Bir tren gibi gülüyorum
omzumun üstünde dönüyorum
Neden böyle kaldırımda yatıyorum ki
Biri görse ne der
Desin de ne derse desin
Vitrinlerden bakıyor yiyecekler
ben onlara uzak gözlerle
ellerim denli yakınlar bana
Şimdi kim uzanacak
yalnızlığım bile terketti beni
içimdeki başkası ben sessiz bir hiçim
Elma dedim çık
Artık günün güneşin bir anlamı yok
bir saçmalıktan başka
Boşlukta bir kütle
Yalnızlığımı geri verin bana
Ve Edel'in gözleri
ay gibi battı onlar da
Biliyorum gittiler
beni bir ıssızlığın ortasına ittiler
Kimsesizliğin ötesinde kendimsizliğe
Büründüm artık
Duman bile ağırdır benden
Kimse yok
Ne adım sesleri
ne soluk
ne gölge
Edel de yok
Herşey çürüyor küfleniyor
Küfrediyorum duyan yok
Bir sokak telefonundan arıyorum kendimi
diiit diiiit sonsuz bir diiiit evde yokum
Edel de yok
Neden bir telesekreter alamadım ki kendime
Bir kedi görüyorum
sevmeye yanaşıyorum tıslayıp uzaklaşıyor
Peşinden gidiyorum
bir duvardan atlayıp kaybolur
Hangi duvardan atlayıp kayboldu ki insanlar
Abus bir kabus bu
Özlediğim şeyden nefret ediyorum
nefret ettiklerimi özlüyorum
Dünya insanlarla güzel
Rüzgarda sallanan yaprağın
bir amacı var
Akıp giden suyun
Uykunun
uykunun
uykunun
Korkuyorum
ya düşlerimden de kaçar sa insanlar
Edel ' in aya benzer gözleri
Gözlerimi kapıyorum karanlık
açıyorum kimse yok
San dünya kocaman bir kuyu
Yukarıda kimse yok mu
Kimse yok mu
Kimse yok
Hiçbir kulağa erişmiyor sesim
Beki de bir sesim yok
Caddeler bomboş uzuyor
Kendimsizliğe doğru uzuyor
Bir dükkanın önünden
bir şişe süt alıp içiyorum
parasını da bırakıyorum üstelik
Ekşimiş zorlukla yutuyorum
midem yanıyor
Boş mide mi kusuyorum kaldırımlara
Gözlerim kararıyor
Saframın üstüne düşüyorum
kalkmıyor başım
Karanlık
karanlık
karanlık
bir merdiven çıkıyor karşıma
inecek miyim
çıkacak mıyım
kestiremiyorum
Sonra çocuklar fırlıyor
gözlerimden dışarı
Şeytan kaç
Şeytan kaç
Edel kaçıyor
Dur diyorum
Duyuramıyorum
Kendimsizliğimi kaldırımda buluyorum
Bir pisliğin ortasında buluyorum
Kimse yok mu
kimse yok mu
Ay doluna dönüyor
kurt adam bile yok
Köpekler geçiyor yanımdan
peşlerinden gidiyorum
beni de katın sürünüze
sizlerden bir olayım diyorum
Dönüp havlıyorlar
Ben de onlara hırlıyorum
Zaten artık hırlar gibi konuşuyorum
Uzaklaşıp gidiyorlar yetişemiyorum
Dört ayak üstü koşuyorum peşlerinden
yollarda dizlerim parçalanıyor
acı duymuyorum
Bir an ev diyorum
hatırlayamıyorum
Yollarda kayboluyorum
Ben kimim
Neredeyim
Bu nasıl cehennem zebaniler nerde
Bir balyozla yarsalar ya başımı
kor alevlerle atsalar ya beni
Elma dedim çık
Gözlerim acıyor
ağlayamıyorum
Vitrinde etler çürüyor
mor bir tona dönüyor pembelik
Kendimi yitiriyorum
içimdeki hayvan uyanıyor
Camları kırıp çürümüş etler yiyorum
Edel gelme artık yanıma
insanlar uzak durun benden
İçimdeki hayvanı saldım
artık evcilleşemem
Kan tadını aldı bir kere dilim
çürümüş etlerin donmuş kanı
Ağzımdaki eti
almaya yanaşıyor köpeklerden biri
Aya benzemiyor gözleri
Kulağını ısırıyorum
siniyor
Benden artana razı bekliyor
İri bir parça kapıp uzaklaşıyorum
Ben köpeklerin de yalnızı olmalıyım
Yalnızlığımı geri almalıyım
İçimdeki hayvan en çok seni severmişim meğer
Kimse yok mu
kimse yok mu
kimse yok
Edel de yok
Umurumda değil
Aya benzemiyor artık gözleri
Dünyadaki en vahşi hayvanım ben
Yalnızlığını yitirmiş
kendimsizliğimi bulmuş bir insan
Kendime bir kuytu buluyorum
çöküyorum eti parçalamaya
Dişlerimde limeleniyor
kemiğin üstünden et parçaları
Bir ses duyuyorum tırsıyorum
eti arkama saklıyorum
Giderek yaklaşıyor ses
adım sesleri
yankıyor kaldırımlarda
Belli bir insan
Ama neden böyle geç
Belki ölmeli beni böyle görürse
ikimizden biri
Gölgeye sığınıyorum
Yakınlaşıp duruyor önümde bir karartı
Dişlerimi gösterip hırlıyorum
Gülümsüyor
Bir şeyler söylüyor anlamıyorum
sonra kulaklarımda akıyor sözleri
Sen aslında yoksun
ben senin yazarınım
Sevinçle doğruluyorum o an
Ben yokum
ben yokum
Edel de yok
Tevfik H. Şenyuva
14 Aralık 2009 Pazartesi
SOKAK DİLBAZI
bir usta kız’a…
söz hâli baskıdır; sükut niyettir
ey susayan balık; bir ağınım ben !
sabır en kıymetli medeniyettir
sevdâda ustamsın; çırağınım ben !
sen gibi mâşıklar terk etmez usta !
bırak da şairler yazsın vesselam
nerdesin, kiminsin, fark etmez usta !
âşık olunacak kızsın vesselam…
Emre ŞİMŞEK
PS: E.Ş'nin bir yazıma karşılık bana gönderiği özel ve güzel şiiri için çok teşekkür ediyorum...
12 Aralık 2009 Cumartesi
Kendi İçine Dönen Kilit
Sessizliğimi bozsam dayanır mı bıçak kemiğe? Savaşa, ırkçılığa, ayrımcılığa, yaşamda insan yaşamına kasteden ne varsa onlara, sessizliğe, duruşumdur…
kendi içine dönen kilit gibisin
dışına kapattığın kapılarda, voltada bekleyiş…
uzaklaşsam,
kendi ayak sesime yabancılaşır ömrüm..
hayat dediğin nedir ki?
su içimi, kanat çırpımı, kibrit yanımı değil mi
geçer… gider, suyun akışı gibi
son vuslat çalmadan kapını
her baharı, (son)baharınmış gibi yaşa
öylece ne de unut
öfkemize yabancılaşan bu yılgınlık,
bu döngüsüz mevsim
bu boşluk…
sessizliğimi bozsam dayanır bıçak kemiğe
bense sürüyüm, inadına güdülürüm bu yanlış oyunda
kimseler dur demez
eylül geldi mi hüzün döker
eylül göç zamanıdır gider
bahtiyarlık değil artık
dalda yaprak, toprakta solucan olmak
derinde, daha derinde olmalı
aradığım ,
kol kırılır da yen içinde kalmaz
bir omuz versen
bir dur demeyi bilebilsen
biter bu arsız oyun
biter…
sessizliğimi bozsam dayanır bıçak kemiğe
kırılır kemik
kırılsın kemik
kırıl
kır…
Tayfun Işıldar
ağlayan harfler
uzaklarda, çok uzaklarda
bir’i var;
hayatına teğet geçtiğim
söylemek mümkün, susmak ikimiz için en iyisi
pantolonumun ceplerinde ünsüz harfler
bana bir şey olursa aralarına ünlü harfler koyun
haritalar değişiyor coğrafyalarımda
şimdi faylar dikiyorum, aralarından sen damlıyorsun
gözlerin değiyor, cennete seni pay ediyor tanrı
-zuhale oturtuyor-
hayatına teğet geçtiğim
bir’i var;
söylemek mümkün, affet tanrım!
gün uzanırken gecenin kollarına
açılsın dilin, umudu kaşıkla
cümlelerin bağı çözülsün, sürgün versin dünya eline
masum muyuz yeni hayatlar kuracak kadar?
başkalarının eskiyen hayatları, belki de hayat dediğimiz.
hayatına teğet geçtiğim
bir’i var;
söylesem günahkar olacağım, yoksun!
kolay değil biliyorum baştan başlamak
uzun vadeli senetler yapmadım hayata
kısır döngü bu; adına dünya dedikleri
yüreğimin sesi olsaydı kömürleşirdi her şey.
hayatına teğet geçtiğim
bir’i var;
söylesem cehenneme gideceğim,
hüzün, sana giden en kestirme yol
harfler ağlaşıyor çaresizliğine
hayatına saplandığım
biri var.
Alper Akdeniz
soluktur tenine dokunduğum tüm resimler
otobüsün bir köşesinde
sana do-ku-na-ma-ma-ya uyuyorum
ben, bu kadar uzak durmana
-anlam veremiyorum
çok söze gerek var mı? vedalaşmaları sevmiyorum
- o kadar
öyle istedim.
hiç hesapta yoktu bu ayrılık
zamanı değildi gitmenin
şimdi ben sensiz, sana uyuyorum
şimdi ben, sensiz, susuyorum
şimdi, ben, sensiz, yorgunum
ben her gece düşlüyorum ki
bahçesinde, gözlerinin önünde yatmak
durağında ömrümün sana inmek
yani bu gece
bu şehir yalnız
yani bu gece
o da, ben de, sen de, yalnızız
salıncaklarda şehrin yosmaları
parklar ayyaş yuvası
kapıyı üzerime kilitleyip oturuyorum.
yani;
şimdi ben sensiz, sana uyuyorum
şimdi ben, sensiz, susuyorum
şimdi, ben, sensiz, yorgunum
bayramlar kutlandı adına mutluluk dedikleri
-ben oturdum sana ağladım
bolca hayal kurdular ben azalırken
sıkışan koca bir dünya vardı
- nedenini benden bildikleri
hiçbir beste benzemiyor asılı duran kopya hayatlarımıza
susarak anlatabildiklerimizle bolca kendimizi avutuyoruz
birikintilerden sıçrayan çamurlarla yazılmıyordu sana hissettiklerim
- seni yaratan ellerle oynanmıyordu
hangi müzisyen işlemişti seni notalarına
hangi ressamın fırçasından çıkmıştı kaşların
- ve hangi heykeltıraş işlemişti dudaklarını
başkalarının yaşadıklarına söz kestim
-kendiminkini yaşamaya değil
şimdi ben sensiz, sana uyuyorum
şimdi ben, sensiz, susuyorum
şimdi, ben, sensiz, yorgunum
sen giderken
canım (yandı)
yollarda kar vardı
soluktur tenine dokunduğum tüm resimler
belki de
eskitmektir
kentin ışıklarına
boyayıp yüzümüzün
silüetini
d
ü
ş
ü
r
ü
r
k
e
n denize
belki de az / almaktır
çoğul acıların maviyen suratlarına bakamadığımız hayatlarda
belki de konuşamamaktır
adımlarımız sıklaşırken kaybolup gittiğimiz adreslerin içerisinde
aslında her şey yıkılan onca düşün filizlenmesiyle
- yani seni sevmekle başladı
şimdi ben senle, uyuyorum
şimdi ben, senle, konuşuyorum
şimdi, ben, senle, mutluyum.
Alper Akdeniz
La Dicha-Mutluluk
Kim bir kadını sarıyorsa odur Adem. Kadın da Havva.
Herşey ilk kez olmaya başlar.
Gökyüzünde beyaz bir şey gördüm. Bana Ay olduğunu söylüyorlar
ama bir kelime ve bir mitoloji ile ne yapabilirim.
Ağaçlar korkutuyor beni biraz. Öyle güzeller ki.
Sakinleşmiş hayvanlar onlara adlarını söyleyebileyim diye yaklaşıyor.
Kitaplıkdaki kitapların harfleri yok. Ben açınca ortaya çıkıyorlar.
Atlasın yapraklarını çevirirken tasarlarım Sumatra′nın şeklini .
Karanlıkta kim bir kibrit yakıyorsa o icat ediyor ateşi .
Aynanın içindeki Öteki, pusuda bekler.
Kim okyanusa baksa İngiltereyi görür.
Kim Liliencron’dan bir dize mırıldandıysa savaşa katıldı.
Rüyamda Kartaca’yı gördüm ve Kartaca’yı yıkan lejyonları.
Rüyamda gördüm teraziyi ve kılıcı
Sahip olanın veya olunanın olduğu değil, ikisinin de teslim olduğu aşka olsun övgü!
Bize cehennemi yaratma gücümüz olduğunu gösteren kabusa olsun övgü!
Kim bir nehire gitse Ganja gider.
Kim bir kumsaatine baksa bir imparatorluğun dağılışını seyreder.
Kim bir hançerle oynasa Sezar′ın ölümünü önceden söyler.
Kim rüya görse, o, insanların hepsidir.
Çölde genç Sfenksi gördüm, daha yeni çıkmıştı yontucunun elinden.
O kadar eski başka bir şey yok güneşin altında
Herşey ilk defa ama sonsuz bir biçmde oluyor.
Sözlerimi kim okuyorsa onları icad ediyor.
Jorge Louis Borges
Çev: Behlül Dündar