BLOGGER TEMPLATES AND TWITTER BACKGROUNDS »

30 Ocak 2010 Cumartesi

Kırkı Çıkmamış Sevdamıza Şiir

paylaşılan mutluluğu severim
engin denizler kadar güzeldir o



I
bana ait olmayan cesetleriyaktım bütün gece
küllerini savurdum dans ettim
ay kaydı yıldızlar gülüştü pervasızca
ve saçlarımdan bir demet düştü suya
aldım öptüm gözbebeklerinden
cazibesini yitirmiş bir kadındın sen
seni ben güzel yaptım

II
davudi bir sesim vardı sonra kayboldu
yıldızların üzerine çığ düştü ve ellerim
damıttı ellerini-utandın-demek ki biliyorsun
ah,tarihsiz duyguların ilk resmini bulutlara çizilen
gözlerine çiy düşmüştü üşümüştün
aldım ısıttım seni

III
ben uzaktan severim
seni de öyle sevdim
bir tutam gökkuşağı karıştı sevdamıza
kuş kanadı bir tutam
bıraktık korkularımızı
uçtuk gittik

İbrahim Tenekeci

Üzülmedim Diyemem


I

ey aşk, yaptığını beğendin mi:

yetimler gibiyim ziyafetten aç dönen

ters yakılan sigara, hemencecik söndürülen-

yoksulluk ile vakit geçer mi…





uyanmış kalmışım, nasıl bir şey bu

toprağa baktım, yerinde yoktu;

şiirden aşağıya attım kendimi

düşerken düşündüm, ölmesem mi.



anlatıyorum, hiç konuşmadan,

buğdayın içini dökmesi gibi…



II

bugün dalgınım, dün de dalgındım

aç bile değildim aynaya bakmasaydım

dünden kalmış yemekleri yerken ki gönülsüzlük

gibi burdayım…



burayı sevmiyorum, bahsetmişimdir.

unufak olmak iyidir olmamaktan

hiç böyle demedim, yarabbim bilir

bu bozuk güzellik, kalbimi yoran…



bir sandalye çektim zor günlerin altına

ah ama,



kimse yüz vermiyor bana, sandalye bile

beni çağırıyor, yarım kalan ne varsa

bana düşüyor, her yağmur tanesini

suya götürmek, o serin ırmaklara



öyle ya



bir almanı herkes tanır, miğferi varsa

moskofu da tanırlar, yatıp uyumamışsa

bunları şunun için anıyorum burada

kim tanır beni, şaşkınlığım olmasa



bağırıp duruyorum denizin ortasında,

su buradan ne kadar uzakta…



İbrahim Tenekeci

(Kırklar, 9)

LOKMAN HEKİMİN SEV DEDİĞİ


Bu yürek
Seni seveceğini biliyordu herhalde
Bu kafa seni kuracağını seziyordu hanidir
Bire bin veren buğday
Elmadaki mayhoşluk
Hukuki beşer
Çınçınlı hamam
Çizmedeki kedi
Sanki elleriyle koymuşlar gibi
İkimizden bir işmar


Seni sevmemiş olsam , sözlerim yarı yarıya
Gözlerim yarım
Ellerim çolak hüseyin eli
Seni sevmesem , nefes almayı beceremem ki
Bugün günlerden ne ?
Cumartesi
Seni sevdiğim için , Cumartesi elbet
Seni sevdiğim için , bak temmuz ayındayız
Ayşe onbaşı , pir sultan abdal , büsbütün sevdalıyım sana
Bu gemiler nereye gidiyor , seni sevdiğim için
Seni sevdiğimden , suyun akası geliyor
Bacaların tütesi
Nurhayat’ın halleri , seni sevdiğim için güzel
İbrahim’in dilleri
İnsan seni sevince , tutsaklığa kızar tabi
Savaşın adı geçse , cinifrit olur
Ereğli’nin kömürünü düşünür , ne kömür o be
Raman’ı düşünür , Çukurova’yı düşünür
Seni sevdiği için , Haliç’te bir uğultu
Marmara’da bir deniz
Isparta bahçesinde güller
Seni sevdiği için goncalanıyor
Seni sevdiğim için , kilim dokuyor Avşar’da
Yarın sabahlar , seni sevdiğim için icat edildi
Penisilin , halk şiiri , canlı sinema
Mapushaneler , yedi düvel , harbi ispanyol nezlesi
Sultan Hamid , don civani
Ne bilsinler seni sevdiğimi
Başaklanmayan yulafa söylemeli
Cılk yumurtaya
Paslı demire
Kulağını bükmeli kurtlu kirazın
Hoşnut değilllerse bu gidaşattan
Akıl etsinler seni sevdiğimi ,
Yeşille turuncunun kafa barıştırması , bu sevdadan ötürü
Tepemizdeki o göçmez tavan
Sulardaki yakamoz , ortancadaki pembe
Ben seni sevdim diye
Bingöl vilayetinde , kamyondan inince
Tığ gibi bir delikanlıya soruyorum
Siz nerenin bulutlarısınız böyle ?
Biz sizin sevdanızın bulutlarıyız
Bir yıldızlı akşamı varsa Ankara’nın
1953 kışları içinde
Karnı tok , sırtı pekse hısım akrabanın
Konu-komşu , dirlik düzenlik içindeyse
Birbirimizi daha çok sevelim diye
İnsan seni sevince iş-güç sahibi oluyor
Şair oluyor mesela
Meyhaneden cayıyor bir akşamüzeri
Caysın be güzel
Caysın be iyi
Tütünü bırakıyor , tütün neyime zarar
Keseme zarar , ciğerime zara , sevdama zarar
Seni sevince adamın papuçları eskimiyor
Beti-benzi yeni çarktan çıkmış gibi
Seni sevince insan bilgili saygılı gönlü gani şen
Saçları zencefilli
Erkencecik evine dönmek istiyor canı
Hep seni düşün
Hep seni yaşat
Hep seni yıka
Seni doyur üç öğün
Seni bir kanım uyut , sonra uyandır
Lokman hekim , seni sev diyor bana
Seni sevmeseydim , ilkbaharı kodunsa bul gayrı
İstanbul diye bir kent yoktu ki yeryüzünde
Umut diye bir şey yoktu ki , seni sevmeseydim
Hak , hukuk , bereket diye
Eşitlik , kardeşlik , hürriyet diye
Yüreğime sağlık ne iyi ettim..!


Metin Eloğlu

Pırna

Ölü et çiğnemekten dişlerimde kefeki
Bende kalan gözleri habire kapkaranfil



Seni bilmem ben sevdim, içim zaten kamaşık
En kükremiş pırnayı dikiyordum az daha
Boşver şimdi aşkolsundu maşkolsunduya
Gerdanımdan sıza sıza üstelik

Beni içiresi içiresi şu pezevenk temmuzda
Sevdiresi o zilzurna etini
Ama üç gün ama beş, her ne boksa
Beni doya doya zıkkımlanası

Oysa ben bazlamalara çökeleklere borçlu bir tıfıl
Kötü günde edinirsen daha da cıvır sevi

Metin Eloğlu

Yangın Yer Yer Devam Ediyordu

bırak sevgilim yol senden geçsin
önce davranan, sevgilim, bu kez bağışla
kalanları, biz gidenleri kutlamak için
alkış arıyoruz kimin elinde kaldıysa



bırak sevgilim bu yangını sen bağışlama
bunca iz, işaret bağışladın dünyaya
Dikkat Çocuklar! bıraktın, biz geçtik
biz geçip gitmek için bırakılanlar
kimsem çok, gidenim yok! demek içindik
sevinmek içindik; göç gidiyordu işte,
sır kalıyordu, kurtulan kurtulana gibiydik
birbirimize katılıyorduk ama: -yangın bizden
kurtuldu! diyenimiz de yoktu, ateşin tersine
dönmesinden korkan en duyarlımız bile:
-yangından ben kurtuldum, ruhum kül oldu!
çaprazında tutuşmuştu: -hangi yangını seçsem
iki ateşin arasındayım, ruh ve ten!
yangın yer yer devam ediyordu...

bırak sevgilim şimdi yangın şehirdir
sana bıraktığım sessizlikten birkaç kelime
kalmıştır hâlâ yangından konuşmak için,
şimdi erdem herkesle sır olmakta değil,
hangi kışa rastlasan konuk olmakta!
kuşlar gördüm ne kuşu ne kış konuğu
kuşlar gördüm bir dalı bir dal için kırıyorlardı
öyle üşüdüm ki kafesimde onlardan çok...

şimdi kuş ateşe düşmemiş olmaz
ateş beslemeli ağzında, kanat düşürmeli
yangına, altın tüy dökülmeli, kuş oluşmalı,
bu kuş olabilir misin, sır böyle taşınır
sevgilim, sır arayan sende ateşiyle tanışır!

bırak sevgilim yol senden geçsin
kayıkta göl var, kuşta gökyüzü
ama kimse beklemiyor kimseyi
hem gidince ne olacak bir şeyi

vardın, oldun, kayboldun
şimdi ortasındasın
ne kayık göle dahildir artık
ne kuş gökyüzünde seferi
yangının içi şehir
yol senin içindedir

ya yol senden geçmeli, ya yol senden geçmeli!
sen dönmelisin geri, sen dönmelisin geri!

Haydar Ergülen

Gövdelerin Gecesi

sana tanık bulunur şehre salınmış gövde

kaldır artık şu göğsünden lekesizliği

soyunup başımız önde şehri çıkalım!





dünya beni acıtacak kadar büyükmüş, demek için

küçük yalnızlığını dünyaya bağışlayan!

bakışlara kalplere kurulmuş aynalarda

herkes öyle yalnız ki yalnızlığı bilen yok

ve insanın insana uzun cehenneminde

kendi yüzüne bakacak kadar güzel değil hiç kimse



yüzüne benzettiği maskelerden ağlayan kadın,

inceyken kara kalemlerin ezdiği bir resim gibi

kitaba düşünce kelimenin şerrinden

sevişmekten yorulunca aşktan korkuyor

hayatı başka hayatların çıplak gövdesi



gövdelerin gecesi:benzerinin yüzünde ölümü öpen

ve soyunan yalnızlık korkusuyla benzerlerine

yok çünkü, cezasını bir cezaya ekleyen gezgin

ayna tutup boynundaki ipi kıran yok

yataklar ter kokan cesetlerin buluşma yeri

gölgelerin çiftleştiği şehirde

ben kendimi sevseydim cinayetler işlerdim



ey, yüzüne bakmadan aynalar tasarlayan, sen de

rüzgârın buruşturup atılan bir kâğıt gibi

parçalanmış bir kuş gibi alnıma konmadan önce

şehir tüylerini yolup beyaz karnını paylaşmadan,

sen, aşkına olmayan şehirler aramadan

ve kanatların küllerle ağırlaşmadan



şehrin dışına çık ve tanış benimle!



Haydar Ergülen

Öteki'SİZ

Öteki’siz bir hayat
Sonrası kısrak,
Sonrası kurak
Gül kokulu değil
Kana çakılı toprak

Ötekisiz bir hayat
Yalın ayak
Bir karış toprak
Bin kuru yasak

Ötekisiz bir hayat
Barışa uzak
Böyle yaşamak
Savaşa koşmak

amara

Gitti

Ömrümün ezberi
Aykırı ayıklığım
Kerpiç vücudunu diriltmeye geleceğim

Sırrını bana çöz
Gitmeden



Yanlışların bol olsun bugün
İstediğimiz kadar uzatalım geceyi

Reçetemi yırttım
Bana lazım gelensin sen
Doktorun insafına ihtiyacım yok

Geldim
Yine geleceğim

Bugün seni hayalinle aldatacağım
Her zamanki yaptığım gibi
Alacağım yatağıma

Vücudun küfredecek bana
Aldırmayacağım
Kesmeden son sürat
Sana bakacağım öyle

Yüzünde yerlileri göreceğim
Avcılıkta usta
Toplayacaklar beni

Bazı işaretler göreceğim
Kökten, çözülmemiz olacak bunlar
Sen, canımı her yaktığında
Yanmayı bileceğim
Kabulleneceğim

Dönüşü var bu gidişin
Kaldırma yatakları
İkimizin de paslanmaya ihtiyacı var


Nehir Amara

28 Ocak 2010 Perşembe

Ve Bir Haber Yoldaki

bir gün
geleceğim ve bir haber getireceğim

damarlara ışık saçacağım
ve sesleneceğim içerden:
ey sepetleri uykuyla dolu olanlar!
elma getirdim, elma
...kızıl güneş.

geleceğim.
dilenciye bir yasemin vereceğim,
cüzzamlı güzel kadına da
yeni bir küpe...
köre diyeceğim ki: bak, nasıl da güzel bahçe!

çerçi olup dolaşacağım sokakları
ve sesleneceğim:
çiyci geldi, çiyci geldi, çiyci!
yoldan geçen diyecek:
sahiden de karanlıktır gece.
ve samanyolunu vereceğim ona.
köprüdeki kötürüm kızın
büyük ayıyı asacağım boynuna.
bütün küfürleri süpüreceğim dudaklardan.
bütün duvarları yıkacağım yere.
haramilere diyeceğim ki:
gülümseyiş yüklü bir kervan geldi!
bulutu parçalayacağım.
gözleri güneşe bağlayacağım
gönülleri aşka
gölgeleri suya
dalları rüzgara
sonra bütün bunları birbirine
ve çocuğun uykusunu da
cırcırböceklerinin mırıltılarına bağlayacağım.
uçurtmaları uçuracağım gökyüzünde,
saksılara su vereceğim.

geleceğim.
atların, sığırların önüne
okşayışın yeşil otunu serpeceğim.
susuz kısrağa çiy kovasını sunacağım.
yoldaki yaşlı eşeğin sineklerini kovacağım.

geleceğim.
ve her duvarın başına bir karanfil dikeceğim.
her pencerenin altında bir şiir okuyacağım.
her kargaya bir çam vereceğim.
yılana diyeceğim ki: kurbağa nasıl da fiyakalı ama!
barıştıracağım.
tanıştıracağım.
yol alacağım.
ışık içeceğim.
seveceğim.


Sohrab Sepehri

27 Ocak 2010 Çarşamba

RUHUN DÜŞERKEN SÖYLEDİKLERİ

Uzlet eski bir resim olarak kalsın bende
Sen ışıklar sönmeden insan içine karış
Etten mumlar yakayım içimdeki türbende
Belki değer etine savurduğum yakarış



Varsın kör türbedarın bu gece öksüz kalsın
Oyalayan bir sancı yuvalansın beynine
Nöbetleri ödülsüz miracı göksüz kalsın
Yıpranmış derisini giysin bu sabah yine

İnsan içine karış eski maskelerinle
Dilsiz ve kandilsiz aşkları hizaya getir
Öd ağacı bir asa şah bezi pelerinle
Endamını arz etmen aşkta şatah söyletir

Beni gölgede bırak yolun bittiği yerde
Bulut suyla öpüşür taptaze ölürüm ben
Bir bakarsın son ufuk bedenimi giyer de
Eriyen bir ruh kalır sonra dökülürüm ben

İnsan içine karış bir anne ol bir vatan
Öpülesi bir şeysin diye bilin rahatla
Unutulsun içinde büyüttüğün şarlatan
Yaradan gurbet aksın zonklayan cerahatla

İlk kestiğim yaradır derim göz kapağımdan
Kimselere söylemem tuz kokan geceleri
Bir direnme dökülür bir rıza dudağımdan
Yutarım da boşluğa bırakmam heceleri

İnsan içine karış benzin sarıya küssün
Kendine mazisiz bir çiçek edin gülümse
Gök maviye yazılsın çiçek arıya küssün
Artık hanümanında boğulmasın hiç kimse

Gülşeninde kaybolan bağbancı ettin beni
Göğe giden bu izler benim değil anladım
Kendi kalbini yiyen bir sancı ettin beni
Gömüldüm harimine havada kaldı adım


Zuhurberk Silikhayta

KOPTU BİR YAŞAMAK TELİ

Dostum..
Zaferlere alışan bir nesle
İhanet etmek gibidir yaşamak
Benim yaşamam
Bir tutam perçem bir tutam yankı
Nesi böler ortadan bilmem bütünlüğümü
Bu sağlanan ama nasipsiz duruşumun
Bu hicazi ezanlarla çırpınan şehrin
Nesi böler uykumu can pusudayken
Kalbin manyetik bir zaafı vardır
Ve kan kendi içinde çevrilir diye mi herşey
Kalkıp gideyim diye mi
El ayası kadar hüznü sahiplenmeden
Herşey imzasız bir hükmü dogulamak için mi
Parmağımı doğruyorum o halde


En güzel vavı çizmek kuşlara kalsın
Mavi bir apartmanı gözlemek kuşlara kalsın
Korkmak gölgenin tacizinden
Buluta seğirtmek kuşlara kalsın
Şizofrenisi yeter bana kaşık ucuyla
Dirhemle panayir şairliği yeter
Altın tozu yutmasam nolur,hançerem paslı
Bana efelenmek yeter kendi kalbime
Zafer ihanettir Leyla diyorum
Leyla dişil bir piyade adıyken..

Bir dokunmak gibidir dostum yaşamak
Benim yaşamam
Hani kilden bir heykele,üflemeden önce
Helvadan putlara,gün ışığında
Hani gelinciğe,rüzgara karşı
Beynine beynine ishak kuşunun
Talihin elyazması sayfalarına dokunmak için
Parmağımı doğruyorum o halde
Neye dokunsam birikecekse cerahat
Neye dokunsam ayna olacaksa birden
Parmağın ne hükmü var mayamız toprak
Sentetik bir gövdesi vardır Leylanın belki
Ona tırnaklar,mahreme doğru
Ona tılsımlar,kadife hem de
Ona suyun ebruzen teri kıvamı
Ona inşirah ona beşerret
Habeşi bir annenin sütü dokunsun
Azıcık döşensin de kahrıma haritalar
Leylanın savaş alanları bana yurt olsun
Bana kavimler küsmüş,ardından çiçekler
Leyla küsmüş ne yazar..

Bir duanın reddidir dostum yaşamak
Benim yaşamam
Tren geçer ne zaman duaya kalksa ellerim
Kim bilir hangi hikayenin masum sanığı
Eriye eriye gizlenmektedir kompartmanlarda
Kim bilir hangi köy öğretmeni
Köyün kafesini örmektedir cam kılığında
Rotasını şaşırır salavatlarım
Yolcuya gülünç bir acımak düşer
Trenin yumuşak bir zehri vardır
Çeker kutsal sözlerimi duadan demire
Melekleri hissederim
Şahitlikleri dosdoğru melekleri
Ellerinde hamur taşıyan melkeleri hissederim
Utanırım sonra tren de biter
U***** yorgan yumuşaklığınca serilir
Hamur yürek kıvamında
Leyla da utanır erinin hamurundan..

Bir talanın sevincidir dostum yaşamak
Benim yaşamam
Kağıt evler çocuklarda bir hışım
Kadınlarda elvermez bir coşku saiki
Tüter ak nefes,yağar ıpıl ıpıl
Mermer utanmak için yaratılmış gibidir
Kendine hendek eşen bir farisi vardı doğru mu
Kerpice karşı yangın,talanların en müşkülü
Biten bir savaşı andırır toprak,altındakiler hariç
Biten bir savaşı andıran toprak
Aşkı bitirmek için en uygun haldedir
Leyla diyorum yine Leyla
Son teli bu talanda kırıldı tamburamın
Sözün her demde maskara ediciliği vardır
Söze inat tamburama inat,
Kağıt evlerin meskenetine inat
Yaşamımın tarifini kendime bırakıyorum..
Benim yaşamam dostum
Bir inat gibidir...

Zuhurberk Silikhayta

Kız Kulesi Kuşatması

Senin beyazın varken cadde kalabalıktı
Hemşireler hostesler bir de tüm kızlar hariç
Uzaktan görmek seni korkunç bir kabalıktı
Hem buradan çakırkeyif gitmek olur muydu hiç



Yeşile kaydı gözüm utandım bakıyordun
Yüzüm temizdi gerçi polisler de görmüştü
Çimen miydin safra mı birikip akıyordun
Vakit akşamdı çünkü gök kirli bir gümüştü

Pastanelerde mahrem çizgiler üzerinde
Self servisten hazzeden dağlılar ve genç kızlar
Seksek oynuyorlardı aymaz hoyrat ve zinde
Ayıp sözlerle şişip patlıyordu sakızlar

Onun için susmayı seçtim peçetelere
Bahşiş olur diyerek parmak izimi verdim
Muştası adisyondan pek kibar çetelere
Sataşmayı eskiden daha beter severdim

Sonra sen yarı bayrak yarı yas elbisesi
Biraz elma kurduydun belki biraz yusufçuk
Şarkın ruhunu yırtan ritimsiz garbi sesi
Süt gibi çekiyordu kalbindeki kauçuk

Sefer bitti telaşla kapatıldı kepenkler
Cebe izdiham soktu çikolata ve fındık
İnzibatlar gidince karıştı bütün renkler
Defterim suçum ve ben senin sol tarafındık

Deniz sana dal sana dilimin pası sana
Yalancı barikatlar çarşılar hengameler
Şu kesik kesik yola düşen ize baksana
Neler anlatacağım sana ben daha neler



Zuhurberk Silikhayta

Firarın Ardından Rakseden Çocuklar

İlk meşale tutuşum kazınmış duvarına
Rağmen gizlisin demek ey sevgili mağara
Kurumamış bin yıldır yere döktüğüm kına
Sönmemiş tavanına bastığım son sigara

Bir kahkaha yankısı çınlıyor bu ne demek
Evet gülmüştük ama ardından küfretmiştik
Neden hala barutu bile sıcacık tüfek
Asılı çengelinde oysa biz çok değiştik

Kıtmirsiz bir uykuyu bahşetmişsen hatırlat
Biz firarın ardından rakseden çocuklarız
Dilersen karanlıktan bize mermiler fırlat
Sırrını tuttuk elbet mermini de tutarız

Yeter ki muhbirliği kovmuş ol kör gövdenden
Biz firari canları emzirmesen de olur
Bir kaç kirli gömlekte bir kaç titreyen beden
İşte hikayemiz bu evet sadece budur

Hangimizin cebinde altın diş çek defteri
Hangimizde çalıntı diplomalar bulundu
Yalnızca sesimizi almaya geldik geri
Çünkü dışarda susmak kanımıza dokundu

Hadi artık suyunu çek de izler belirsin
Bize esmer bir dünya ve sönük yıldızlar ver
Çünkü ışık verirsen sen de bizle gelirsin
Kınam vahşice kurur sigaram yalnız söner


Zuhurberk Silikhayta

Mor Aksak ve Ritim

Nasıl olsa sırtından günah düşürebilir
Kinin cılga yolunda seni tutabilirim
Ellerim kartal olur sular hüzne çekilir
Ben damağı servetle pütürlenmiş fakirim



Onun için çarçabuk kendi türkünü yarat
Yarıp geçsin kalbini gam ve sol anahtarı
Çarçabuk söyle çünkü huysuzlanıyor kırat
Hani şu ak yelesi azrailin gitarı

Nasıl olsa avcuna koyabilirim bir gün
Kırk yedi boğumuyla sıkan devin dilini
Sen kulağına ezan okunduğu gün öldün
Son eylülde dirildin sallayıp mendilini

Onun için kundağın beyaz kefenin kadar
Etince ağır için için ruhunca hafif
Hiç bir dalı kırmadım şuurla senin kadar
Hiç bir divitten bunca nazla akmadı elif

Nasıl olsa duyarım encamını kuşlardan
Uyku mu ezberinde yalancı bahisler mi
Hatırlar mısın nefes nefese yokuşlardan
Koşarken bohçamda gül bir tutanak ve mermi

Onun için her yokuş uğrak yeri kalbimin
Boğulmayı umarım ertelenmişken hüküm
Ah yanılsam ay düşse kaysa altımdan zemin
Ay düşse de sırtıma hafifletilse yüküm

Nasıl olsa ellerin ah o beyaz ellerin
Ah o beyaz ellerin bıçak urgan baldıran
Boz bütün ahengini demlenmiş gazellerin
Bulut gibi kalayım gölgesini çaldıran

Onun için üşüme değerse parmağına
Bir ihtiras bir ölü dudağı kadar soğuk
Bir nefes sal hücrenden nefesler ırmağına
Üşümesin dudağı mora yeltenen çocuk..



Zuhurberk Silikhayta

Aykiri Sevda Sözleri

1.
Sevdigim, tabutum, ak kefenim;
Derin ve dar mezar çukurum benim.

2.
Yeni bir kaliba dök, beni arit bir potada.
Geçmişim sakli ama gelecegim ortada.

3.
Kabahatinden daha büyüktür özürü;
Yüregimin aşik olmaktan ötürü.



4.
Sen vazgeçilmez kötü bir alişkanliksin,
Cinnete ve ölüme karşi bir esrarsin.

5.
En büyük yanliş bir kadina baglanmaktir;
Gerçek aşk bir kadindan kadinlara akmaktir.

6.
Seni kuşanip çikarim sokaklara.
Tuhaftir, hep ben olurum hazir patlamaya.

7.
Yüregime benzin döküp kibrit çakan;
Ey usta kundakçim iz birakmayan!

8.
Söylentiler çiksin, elimi kana bula;
Yeter ki günlerim olsun çirilçiplak koynunda.

9.
Kumar bor*****, yani namusumsun;
Masum degil, iflah etmez tutkumsun.

10.
Bütün pislikleri ortaya çikardigindan,
Aşiksam nefret ediyorum yaşamaktan.

11.
Aşk bütün kötülüklerin anasidir.
Her aşk sonunda bir bozgun anisidir.

12.
Seninle içimde bir yakin ölüm sevinci;
Sen vaktini şaşmazsin salginlar gecikmeli.

13.
Aşkin fincanindan kayip gitmiş bir pul sirça
Ve güve yenigi umudun havli kumaşinda.

14.
Benim solugum barut kokar ve de kan.
Seninki bir agittir kendini yerden yere vuran.

15.
Bu ham dünyada zoraki bir söz gibi sevgim.
Sevsem sana yazik, sevmesem incinirsin.

16.
Sevgimiz bir taştir yarisi gömük topraga;
Kaldirsan böcekler görürsün altinda.

17.
Temiz kalmiş ne bulunur bir çöplükte
Aşk da kirlenir elbet insanla birlikte.

18.
Gözlerine derinden ne zaman baksam;
Hep uzaklaşip giden yalniz bir adam.


Metin Altıok

RÜZGARIN YIRTIK YERİ

saçlarında şimşek parçaları, dilinde kırağı,
sen kimin yetimisin,
kimi bekliyorsun durduğun yerde?
sağır bir günün sonunda dilsiz bir gece
sarıp sarmalıyor seni,
gökyüzü gıcırtıyla kapanıyor üstüne.
bak ömrün yarılandı,
karanlığı kullanmayı öğrenmelisin.
yazısı akmış ıslak bir sayfa elinde,
yara bere içinde morarıyor şiirlerin.



artık tutunacak kimsen kalmadı,
nasıl biliyorsan öyle düğümle zamanı.
bütün ölümleri gör,
birini evlat edin kendine.
oysa sen, boş bir kabın taş darası.
yine de denkleştirip gidiyorsun hayatı.
tuzağa yem, hançere bağ oluyorsun.
zehire katıyorlar seni, şair ne duruyorsun
gemilere bin, trenlere atla.
kimsenin umursamadığı, hiçbir işe yaramayan
kaldır şu gereksiz tanıklığı ortadan.
ne kadar tıkasan kulaklarını,
duymamaya çalışsan
göğsünde bir titreşimdir konuşmaları.
görmesen seslerden anlıyorsun.
kazdıkları çukuru, ördükleri duvarı.
çakılısın buzdan çivilerle
boynu bükük bir haçın üstünde.
yerde buluyorsun kendini her sabah,
yeniden gerilmek üzere,
saçlarında şimşek parçaları, dilinde kırağı
daha ne bekliyorsun durduğun yerde?

katmerli yalanı gördün, yalınkat gerçeği,
bilicinin ürpererek söylediği
sevgi gereksinimlerini gördün kimilerinin,
tırnaklarını denemek için
yılanın deri değiştirmesini,
gülüşün kurdunu, sineğini gözün;
yüreğinde bir ağaç gürültüyle devrilirken,
aksayarak yürüyen umudun arkasından
gülün kanayan hüznünü gördün.

işte tanıksın ölümün pazarlık ettiğine
toptan ve perakende,
pantolon ütüsünün keskinliğine,
bozulup bütünlenmesine paranın,
mevsimsiz bir çocuğun kekre yüzüne,
yabancı işçiliğine martının
deniz olmayan bir uzak ülkede,
daha binlerce, binlerce şeye.
yaz bunları ve imzala sana yetecekse.

bana delik deşik bir yürekle
pası küflü, çürümeyi söyle.
yangın yerlerinin katran gözyaşlarını,
bana göçüğün kırık kemiklerini,
sancısını suyun, rüzgarın yırtık yerini
ve bunlardan payına düşeni söyle.
ne kadarı kaldı babandan,
sen ne ekledin üstüne,
acının sana getirdiği ürem ne?
şair bana mutluluktan söz etme,
beyaz baston kullanan bir dille.

işte tanıksın daha nelere?
testi gömüyorlar göğsüne eskisin diye,
keçe gibi kimi zaman, parlatmak için
bakır kaplara sürüyorlar seni
şair hiçbir tansık bekleme,
dolaş yıkıntılar, çöplükler içinde,
sen ey gülünç ve deli mesih;
ölmeyi bilmediğine göre,
saçlarında şimşek parçaları, dilinde kırağı
pelteleşmiş yapışkan haçını
ıslık çalarak sokaklarda sürükle.


Metin Altıok

YIKICILAR GELDİ

Ve evin yüzü burkuldu
Bir kıpırtı vardı şakaklarında.
Yıkıcılar geldiler, çatıdan başladılar.
Kiremitleri topladılar birer birer.
Tahtaları söktüler, kanırtıp çivileri
Ellerinde keserler.


Anımsar mısın denize karşı oturmuştuk.
İkimizde arkamızı dönmek istememiştik kıyıya.
Susmuştuk uzun bir hesaplaşmayla.
İki sevgili vardı yan masada
Umurlarında bile değildi deniz
Alınları birbirine değecekti az daha.

Yıkıcılar geldiler
Çıkardılar kapı ve pencerelerin pervazlarını.
Kör gözleri ve açılmış ağzıyla
Kaldı temelleri üstünde umarsız ev.
Sıra balyozlardaydı artık
Çelik iskeletini evin ortaya çıkarmak için.

Benim göğüs kafesimde bir iskete
İskeletimin bekçisi, içten bağlı kemiklerime.
Sıçrayıp duruyordu ordan oraya
Duyuyordum kıpırtısını içimde.
Bir bulut geçiyordu senin gözlerinden.
Oturuyorduk; ben kızgın çölüm, sen yıldızsın göğünle.

Yıkıcılar geldiler;
Düştü gürültüsüyle yüzü köhne evin
Göründü bazı odaları ve iç duvarları.
Aynı renklerle boyanmış sofası, isli mutfağı.
Bir kesit kalmıştı geriye şimdi o evden
Eski bir yaşantıyı simgeleyen

Çıkıp yürümüştük kıyı boyu
Benim sıvası dökük yüzüm, senin çocuk gözlerinle.
Oysa sen yürümeyi sevmezsin.
Nasılda değişmişti görünüşü
Yıllardır görmediğimiz kentin
Yürümüştük anısıyla eski cumbalı evlerin.

Yıkıcılar geldiler, yıktılar bütün duvarları.
Yalnız temel kaldı geriye ve birkaç tuğla kırığı.
İş araçlarında artık
Bir canavar ağzıyla deşmek için toprağı.
Ve temizleyecekler kazılan yerlerde
Bizden kalan balçığı.



Metin Altıok

Başım Eğik Dilim Kapalı Gözler

Asrımızın zarif düşünceli gençlerinden biri
Kederli elini
Temiz alnına koyarken fikretmek için
Çocukların susması
Kuşların ve kedilerin uzaklaşması
Haritaları üzerine bezlerin atılması
Lambaların kısılması
Kadınların bir vakit konuşmadan
Yaşaması gerekebilir
Ve açılabilir görüntümüz Sahnemiz perdemiz:
Hergün bir miktar kros boksit asit
Ve arenamız
Dokuzyüz milyon müslüman rüyalarını hatırlamadan uyanabilir

Baş efendimiz
Görüntümüz
Sahnemiz
Perdemiz

Eğer dualanmasaydı sesimiz
Eğer yaradandan o güzel ağız
Açık ve seçik
Dilemesiydi demeseydi
'Allah
Sesinizi
Mağrıptan Maşrıka Kadar Duyursun'
Düşünmezdim üzerinde
Binmezdim deli deli koşan küheylan

Bildim Sensin Sen Sen
Diri Diri Diri Şahım
Diri Şahım Diri Diri
Dirilt Alemi Alemi Alemi Alemi

Çünkü dokuzyüz milyon müslüman rüyalarını hatırlamadan uyanmıştır
Bunların üzerine ezan
Ucu sancılar vuran
Bir kırbaç olmalıydı
Her duyan
Bağrını açmalıydı akan kanı da sevdayı da yorumlamaya almalıydı
Hayır dokuzyüz
Milyon müslüman
Tarihin hülyalarından vazgeçmiş olabilir AMA BEN

Elim dizlerime Vur Kalk
Müslümanlar uyanın Eller Dizlere Vur Kalk
Yumruklar dizlere vur vur
AMA BEN Ama ben Ama ben Ama ben

Korku gerek tenlere etim kalbur
Deşer bakışın kıyar da kıyar

Korku gerek reca gerek
Yanlış anlaşılmış olabilir
Sesini duyuyorum kendimin/kelimeler kendinden emin değil

Yanlış anlaşılmış da olabilir
Aklım başımda mı! Değil

Ve sesimi duyuyorum
Kaburgalarımın gelip artık kavuşamadıkları iniltiden
-Kulun korktuk şerrinden
Ağzımız yerlerde kaldı gerçek dilimizden akmadı
Kuldan korkarken gel zaman git zaman
Bir hayat ki haşa korkmadan yaradandan
Ama elbet ruhumun vazgeçilmez akışı baş çarptığım kayalıklar

Irmaklarımın altından akan ırmak
Sandal sefalarım Marmara toprakları
Ama söyle olmuşsa yüzüme karşı söyle neyi inkar ettim

Dilediğim en güzel hayat
Çöplerin içinde rüya aradım
Düştümse eğer sana bakarken düştüm

Sen dinç zaman
İşte kuluçkan
Bereketle taşan yağ küpleri gibi
Parmaklardan akan çeşmeler gibi

İşte sinem kalabalık ve kendine zinde
Kullardan pervasız nesillerden biri

Aha Şeyhefendim Aha yüreğim
Göz kapanır akıl susar susar akıl
İstersen haydi haydi haydi
Yeryüzünün bütün gümbürtülerini çağır

Çehrenden o azgın maskeyi dök
O evleri kedere boğ
Nasıl olsa her kucaklandığın dalgada
Bir gemi kadavrası gibi ikiyüz yıl parçalandın

Mahşerinde uyanacaksın
Ağzının

Korkuyorum o nedenle
Başım eğik
Dilim kapalı

Cahit Zarifoğlu

Sezilmemiş Aşka Gazel

Karnındaki karanlık manolyanın
Kimseler anlamadı kokusunu.
Acıttığını kimseler bilemedi
Dişlerinle sıktığın o aşk kurşunu.



Binlerce Acem tayı uykuya yattı
Alnının ay vurmuş alanında,
O senin kar düşmanı göğsünü
Kucaklarken dört gece kollarımla.

Bakışın, tohumların solgun dalıydı
Alçılar,yaseminler arasından,
Aradım vermek için yüreğimde
O fildişi mektupları her zaman diyen,

Her zaman: acımın bahçesi benim
Gövden her zaman, her zaman şaşırtıcı
Damarlarının kanıyla dolu ağzım,
Ağzın ölümüm için söndürdü ışığını.


F. Garcia Lorca

Kaçışa Gazel

Birçok kere yitirdim denizde kendimi
Yeni kesilmiş çiçeklerle dolu kulaklarım
Dilim sevgiyle, acıyla dolu.
Birçok kere yitirdim denizde kendimi
Bazı çocukların kalbinde yitirdiğim gibi.



Kimse yoktur duymasın öpüşürken
Yüzü olmayan insanların gülümseyişini
Kimse yoktur dokunurken bir bebeğe unutsun
Durgun kafataslarını atların.

Çünkü aranır alında güller
O katı görünüşünü kemiklerin.
Başka işe yaramaz erkeğin elleri
Toprağın altındaki köklere benzemekten.

Bazı çocukların kalbinde yitirdiğim gibi
Birçok kere yitirdim denizde kendimi.
Gidiyorum aramaya, suyu bilmeden,
Beni çürütecek, ışık yüklü ölümleri.


Federico Garcia LORCA

22 Ocak 2010 Cuma

DİNLEYİN

Dinleyin !
Bu yıldızları böyle
her gece
niçin yakarlar ?
Herhalde birisine gerekli diye?
Herhalde yanmalarını isteyen birisi var?
Ve herhalde birisi
bu balgam parçalarını
inci diye sayıklar?
Ve zorlayıp
bir öğle vakti kalkan toz borasını
Tanrı katına varır
geç kalmak korkusu yüreğinde
yalvarır

öper Tanrı' nın elini merhamet dilenerek
ağlar -
anlatır kendisine niçin bir yıldız
gerektiğini -
bu azaba yıldızsız katlanamayacağını
Ve sonra o birisi
gezdirir boğuntusunu diyar diyar
sakin gözükmeğe çalışarak:
"Şimdi daha iyisin değil mi?"
diye sorar
yoluna ilk çıkana
"Korkmuyorsun artık
değil mi?"
Dinleyin!
Yaktıklarına göre bu yıldızları
böyle
her gece
Birisinin işine yaramaları şart
öyle değil mi
ve şart olsa gerek
gene her gece
hiç olmazsa bir yıldızın yanıp sönmesi..




Vladimir MAYAKOVSKI

Çeviren : Attilâ TOKATLI

SON MEKTUP

(Şairin cesedinin yanında bulunmuştur)

Hepinize!..
İşte ölüyorum. Kimseyi suçlamayın bundan ötürü. Hele dedi-
kodudan, unutmayın ki, merhum nefret ederdi.
Anacığım, kardeşlerim, yoldaşlarım! Bağışlayın beni. İş değil
bu, biliyorum (kimseye de öğütlemem),ama benim için başka bir çı-
kar yol kalmamıştı.
Lili, beni sev.
Hükümet Yoldaş! Ailem : Lili Brik, anam, kız kardeşlerim ve
Veronika Vitoldovna Polonkaya' dan ibarettir. Yaşamlarını sağlar-
san, ne mutlu bana..
Bitmemiş şiirleri Brik'lere verin, ne lâzımsa onlar yapar.
"Bir varmış bir yokmuş"
derler hani :
Aşkın küçük sandalı
hayat ırmağının akıntısına
kafa tutabilir mi!
Dayanamayıp parçalandı işte sonunda...
Acıları
mutsuzlukları
karşılıklı haksızlıkları
h a t ı r l a m a y a b i l e d e ğ m e z :
Ödeşmiş durumdayız kahpe felekle.
Ve sizler mutlu olun
yeter.



Vladimir MAYAKOVSKI

Çeviren : Attilâ TOKATLI

LİLİ'CİĞİM

(Mektup yerine)

Tütün dumanı kemiriyor havayı.
Oda
Kruçyonıh'ın Cehennem' inden bir bölüm gibi.
Anımsıyor musun
İlk kez
ardında bu pencerenin
tutkudan çıldırmışçasına
okşamıştım ellerini.
Şimdi
oturuyorsun aynı yerde,
yüreğin
demirden bir kılıf içinde.
Ve yarın
paralayan sözlerle
kovacaksın belki beni
Ve loş antrede
uzun süre
titreyişlerle sarsılan bir kol
bulamayacak
ceketteki yerini.
Çıkacağım, ezilmiş.
Fırlatacağım vücudumu sokağa.
Yabanıl
çılgın
umutsuzlukla paramparça.
Hayır
gerek yok buna,
sevgilim,
biriciğim,
gel
vedalaşalım şimdiden.
Ağır bir gülle gibi
aşkım
nereye kaçarsan kaç
asılıdır sana
nasıl olsa.
Bırak
son bir haykırışla uluyayım
horlanmışlığın acı yankısını.
Çalışmaktan
anası ağladığında öküzün
gider
salar kendini soğuk sulara.
Aşkından başka
deniz yok bana,
ve gözyaşları da
bir erinç
koparamıyor ondan.
Yorgun fil
sessizliği aradığında
yatar
kızgın kumlara saltanatla.
Aşkından başka
güneş yok bana.
Ve bilmiyorum bile
neredesin şimdi ve kiminle.
Eğer
bir başka şair olsaydı
böylesine üzdüğün,
onarırdı acısını
parayla ve ünle.
Fakat
sevinç vermiyor bana hiçbir çınıltı
senin sevgili adının
çınıltısından başka.
Atmayacağım
bir boşluğa kendimi,
zehir içmeyeceğim.
Ve dayayıp
şakağıma namluyu
çekmeyeceğim tetiği.
Ağzı hiçbir bıçağın
bakışların kadar senin
kesemez beni.
Yarın unutacaksın
seni taçlandırdığımı,
ve yakıp tükettiğimi
çiçeklenmiş bir ruhu
aşkla.
Ve uçarı günlerin fırtınalı karnavalı
dağıtacak
sayfalarını kitaplarımın.
Sözlerimin kurumuş yaprakları mı
durduracak seni
çırpınan soluğuyla.
Bırak hiç değilse
son bir sevgi dalgası sereyim
beni bırakıp giden adımlarının altına.

Vladimir MAYAKOVSKI

4 Ocak 2010 Pazartesi

Aşk Naftalinlenmiyormuş...


nehirlere karışan zehirli atıklar gibi
ağır ağır akarak kanıma karışmakta yokluğun!

hiç sormadım neydi başka elbiseler içinde bulduğun.
aynı askıyla dolaba kaldırılan iki güzel yelektik biz
güveye benzer bir şey oldu suskunluğun!.. anladım ki:
aşk naftalinlenmiyormuş meğer eğer kanıtlanmıyorsa suçun!









Küçük İskender

EVİME GELME AMA EĞER GELİRSEN


evime gelme ama eğer gelirsen...
evet tabii, dışarda değilsem evdeyimdir
ışık yanmıyorsa
yada sesler duyarsan
kapımı çalma,
Proust okuyor olabilirim
biri kapımın altından Proust bırakmışsa
yada güvecim için kemiklerinden birini,
borç para veremem,
telefonumu
veya arabamdan geriye kalanı kullanamazsın


ama dünki gazeteyi
eski bir gömleğimi yada sosisli bir sandviçimi
alabilirsin
yada gece çığlık atma huyun yoksa
kanepede uyuyabilirsin
ve kendini anlatabilirsin
gayet normal bu;
hepimiz sıkıntı çekiyoruz
ancak ben
Harvard'da okutacağım bir aileye bakmaya
yada av arazisi avmaya çalışmıyorum,
gözüm yükseklerde değil
birazcık daha hayatta kalmaya uğraşıyorum,
onun için bazen kapımı çalarsan da açmazsam
ve içerde bir kadın yoksa
belki çenemi kırmış
bağlayacak tel arıyorumdur
ya da duvar kağıdımdaki kelebekleri
kovalıyorumdur, yani kapıyı açmazsam
açmam, ve nedeni
henüz seni öldürmeye,
sevmeye, yada kabullenmeye hazır olmamamdır,
demek ki konuşmak istemiyorum
meşgulüm, çıldırmışım, keyifliyim
veya belki bir ip hazırlıyorum;
onun için ışık açıksa bile
eğer nefes alıp verildiğini, dua veya şarkı söylendiğini
radyonun veya atılan zarların
veya daktilonun sesini duyarsan
uzaklaş, sebep gün değil
gece değil, saat değil;
kabalıktan gelen cehalet değil,
hiçbir şeyi incitmek istemem, böcekleri bile
ama bazen ayırt etmesi zor
bir takım duygular sezinliyorum
ve mavi gözlerin, maviyseler eğer
ve varsa eğer saçların,
ve kafan-içeri giremezler
taki ip kesilene yada düğümlenene dek
yada ben yeni aynalarda
traş olana dek, taki dünya
durana dek yada ebediyen açılana dek...


CHARLES BUKOWSKI
(1963-1965 ŞİİRLERİ)

MAHVOLMUŞ HAYATLAR

Aynı kadınla iki kez
evlenerek hayatımı mahvettim, demiş
William Saroyan.

Hayatlarımızı mahvedecek bir şeyler
her zaman vardır,
William,
neyin veya kimin
bizi önce
bulduğuna
bakar,
mahvolmaya hep
hazırızdır.

Mahvolmuş hayatlar
olağandır
bilgeler için de
ahmaklar için de.


Ancak
o mahvolmuş hayat
bizimki olduğunda,
işte o zaman
farkına varırız
intaharların, ayyaşların, hapishane
kuşlarının, uyuşturucu müptelaları
ve benzerlerinin.
varoluşun
menekşeler kadar,
gökkuşağı
kasırga
ve
tamtakır
mutfak
dolabı
kadar
olağan
bir
parçası
olduklarının.

Charles Bukowski

Kitlelerin Dehası


Ortalama insanda
Herhangi bir günde herhangi bir orduya
Yetecek kadar ihanet,
Nefret, şiddet
Ve saçmalık vardır.
Ve cinayet konusunda en becerikliler
Cinayet karşıtı vaaz verenlerdir
Ve nefreti en iyi becerenler
Sevmeyi vaaz edenlerdir

Ve son olarak
Savaşı en iyi becerenler
Barış vaazı
Verenlerdir
Tanrıyı vaaz edenlerin
Tanrıya ihtiyacı var
Barış vaaz edenlerin
Huzuru yok
Sevgiyi vaaz edenler
Sevgisizdir
Vaaz verenlerden sakının
Bilmişlerden sakının.
Durmadan
Kitap
Okuyanlardan
Sakının

Yoksulluktan nefret edenlerden
Ya da gurur duyanlardan sakının
Övgü göstermekte hızlı davrananlardan sakının
Karşılığında övgü beklerler
Sansürlemekte hızlı davrananlardan sakının
Bilmedikleri şeylerden
Korkarlar
Sürekli kalabalıkları arayanlardan sakının;
Tek başlarına
Bir hiçtirler
Ortalama erkekten
Ortalama kadından
Sakının
Sevgilerinden sakının
Sevgileri vasattır, vasatı
Aranır dururlar
Ama nefretleri dahiyanedir
Nefretleri seni, beni
Herkesi öldürebilecek kadar
Dahiyanedir.
Yalnızlığı istemezler
Yalnızlığı anlamazlar
Kendilerinden farklı
Her şeyi
Yok etmeye
Çalışırlar
Sanat
Yaratamadıklarından
Sanatı
Anlayamazlar
Yaratma başarısızlıklarını
Dünyanın beceriksizliğine
Yorarlar
Kendileri tam sevemedikleri için
Senin sevginin
Eksik olduğuna inanır
Ve senden
Nefret ederler
Ve nefretleri
Parlak bir elmas
Bir bıçak
Bir dağ
Bir kaplan
Bir baldıran otu gibi
Mükemmeldir
En usta oldukları
Sanattır
Nefrettir!

Charles Bukowski

Charles Bukovski: Aşk

Tam göğsünün ortasında bir yerin acıyacak...Evinin seni içine sığdıramayacak kadar dar olduğunu fark edeceksin... Sokağa fırlayacaksın...Sokaklar da dar gelecek...Tıpkı vücudunun yüreğine dar geldiği gibi... Ne denizin mavisi açacak içini, ne pırıl pırıl gökyüzü...Kendini taşıyamayacak kadar çok büyüyecek, bir yandan da kaybolacak kadar küçüleceksin.. Birileri sana bir şeyler anlatacak durmadan..."Önemli olan sağlık."

"Yaşamak güzel." "Boş ver, her şey unutulur."Sen hiçbirini duymayacaksın... Göz yaşlarından etrafı göremez hale geleceksin... Ondan ölmesini isteyecek kadar nefret edecek, az sonra kollarında ölmek isteyecek kadar çok seveceksin...

Hep ondan bahsetmek isteyeceksin..."Ölüme çare bulundu" ya da "Yarın kıyamet kopacakmış" deselerbaşını kaldırıp Ne dedin?" diye sormayacaksın...Yalnız kalmak isteyeceksin...Hem de kalabalıkların arasında kaybolmak... İkisi de yetmeyecek...

Geçmişi düşüneceksin...Neredeyse dakika dakika...Ama kötüleri atlayarak...Onunla geçtiğin yerlerden geçmek isteyeceksin... Gittiğin yerlere gitmek... Bu sana hiç iyi gelmeyecek...Ama bile bile yapacaksın... Biri sana içindeki acıyı söküp atabileceğini söylese, kaçacaksın... Aslında kurtulmak istediğin halde, o acıyı yaşamak için direneceksin... Hayatının geri kalanını onu düşünerek geçirmek isteyeceksin....Aksini iddia edenlerden nefret edeceksin... Herkesi ona benzetip...Kimseyi onun yerine koyamayacaksın...Hiçbir şey oyalamayacak seni...İlaçlara sığınacaksın... Birkaç saat kafanı bulandıran ama asla onu unutturmayan.Sadece bir müddet buzlu camın arkasından seyrettiren... Bütün şarkılar sizin için yazılmış gibi gelecek...

Boğazın düğümlenecek, dinleyemeyeceksin...Uyumak zor, uyanmak kolay olacak... Sabahı iple çekeceksin...Bazen de "Hiç güneş doğmasa" diyeceksin...Ne geceler rahatlatacak seni ne gündüzler... Ölmeyi isteyip, ölemeyeceksin...Belki çivi çiviyi söker diye can havliyle önüne çıkana sarılmak isteyeceksin.

Nafile...Düşüncesi bile tahammül edilmez gelecek...Rüyalar göreceksin, gerçek olmasını istediğin... Her sıçrayarak uyandığında onun adını söylediğini fark edeceksin... Telefonun çalmasını bekleyeceksin... Aramayacağını bile bile...Her çaldığında yüreğin ağzına gelecek...Ağlamaklı konuşacaksın arayanlarla... Yüreğin burkulacak...Canın yanacak...Bir daha sevmemeye yemin edeceksin... Hayata dair hiçbir şey yapmak gelmeyecek içinden...Onun sesini bir kez daha duymak için yanıp tutuşacaksın...

Defalarca aradığı günlerin kıymetini bilmediğin için kendinden nefret edeceksin... Yaşadığın şehri terk etmek isteyeceksin...Onunla hiçbir anının olmadığı bir yerlere gidip yerleşmek... Ama bir umut...Onunla bir gün bir yerde karşılaşma umudu...Bu umut seni gitmekten alıkoyacak... Gel gitler içinde yaşayacaksın...Buna yaşamak denirse...

Razı mısın bütün bunlara...? Hazır mısın sonunda ölüp ölüp dirilmeye...? O halde aşık olabilirsin ...

KAYIP

hayır

kazanamayız mümkün değil

kazanamayacağımıza karar verdim



bir an için kazanabileceğimizi sanmıştık
ama sadece bir an için

şimdi biliyorum ki kazanamayız

hareketsiz dursak da kazanamayız
koşsak da

doğru davransak kazanamayız

hata yapsak kazanamayız

başka biri kazanacak

o yüzden başka biri orada
ve bizde burada


Charles Bukowski

Nasihatler

yeniden patlarken rüzgar denizden
toprak isyan ve kaosla lekelenirken
dikkatli kullan seçenek kılıcını
unutma
5 yüzyıl
veya 20 sene önce bile
asil denebilecek şeyler
şimdilerde daha ziyade
boşa harcanmış eylem oluyor


bir kez yaşanıyor yaşam,
oysa bir dolu şansı var tarihin
insanların aptallığını kanıtlayabileceği
öyleyse dikkatli ol derim
asil görünen herhangi bir
ideal
niyet
ya da eylem konusunda
bu ülkeden yana ol ya da aşktan
veya sanattan, sakın kapılma anın yakınlığına
yada koparılmış çiçek gibi kuruyacak bir
güzelliğe
ya da devlete;
aşk, evet, ama evlilik görevi gibi değil, ve gözün açık olsun
kötü gıda ve aşırı çalışmaya;
bir ülkede yaşaman gerekir, evet,
ne var ki aşk ne kadının düzenidir
ne de ülkenin;
acele etme, ve iç gerektiğince
ki kalabilesin yarına
çünkü içki, içenin yeni
bir yaşama şansına
ulaştığı bir
yaşam tarzıdır, dahası, derim ki
mümkün olduğunca yalnız yaşa;
çocuk yap yapacaksan
ama büyütme zahmetinden kaçınmaya
çalış; bedenindeki
ya da ruhundaki
canı almaya çalışmadıkça düşman
sesli ya da fiziksel
küçük tartışmalara girme,
sonrada öldür gerekiyorsa;
ve ölmek zamanı geldiğinde
bencil olma;
masrafsız olduğunu düşün
ve gittiğin
yeri;
ne utanç izi olsun ne başarısızlık
hüzün çağrısı
patlarken rüzgar denizden
akıp
gider zaman
yumuşak huzurla yıkayarak
kemiklerini


Charles Bukowski

SeÇmeLeR

Çatlaklar kutsaldır, çünkü ışığı sızdırır...




BARLAR ÜZERİNE:

Barlara pek gitmiyorum artık. Sistemimden çıkardım onları. Şimdi bir bara girdiğimde öğürüyorum, O kadar çok bar gördüm ki, yetti bana -gençken yapılacak iştir bara gitmek, biliyor musun, bir hatun kaldırmaya çalışmak, birileriyle dövüşmek filan, bütün o maço saçmalık - benim yaşımda yapılacak iş değil. Barlara işemek için giriyorum artık. Yıllarımı geçirdim barlarda. Bara girip kusmak için doğru helaya giderdim, oraya varmıştı iş.


ALKOL ÜZERİNE:

Alkol bu dünyaya gelmiş en muhteşem şeylerden biri muhtemelen -beni saymazsak tabii ki. Evet. bu dünyaya gelmiş en muhteşem iki şeyi saptadık. İşte. iyi anlaşırız ben ve alkol. Çoğu insan için yıkıcıdır. Ben onlardan biri değilim. En yaratıcı yazılarımı sarhoşken yazmışımdır. Kadınlarla bile, ben biraz çekingenimdir sevişme konusunda, bu yüzden alkol bana cinsel olarak daha özgür olma olanağı tanımıştır. Alkol özgürlüktür benim için, çünkü ben esas olarak içine kapanık, mahcup biriyim, oysa alkol bana bir kahraman olma, pervasızca işler yapıp uzay ve mekanda uzun adımlarla yürüme fırsatı tanır. bu yüzden seviyorum. evet.


SİGARA İÇMEK ÜZERİNE:

Seviyorum sigara içmeyi. Duman ve alkol birbirlerini dengeliyor. Eskiden deli gibi içtikten sonra uyanırdım ve ellerim nikotinden sapsarı olurdu, eldiven gibi. kahverengi nerdeyse. içimden, " Hasiktir. ciğerlerim ne haldedir kim bilir? Aman Allahım!" diye geçirirdim.


KEDİLER ÜZERİNE:

Kedilerin arasında olmak çok iyidir. Kendini kötü hissediyorsan kedilere bakar ve kendini çok daha iyi hissedersin, çünkü onlar her şeyin olması gerektiği gibi olduğunu bilirler; öyle fazla heyecanlanmak ya da üzülmek için bir neden yok. Onlar bunu bilirler. Kurtarıcıdır kediler. Ne kadar çok kedin varsa o kadar uzun yaşarsın. Yüz kedin varsa on kedin olduğunda yaşayacağının on katı daha uzun yaşarsın. Bu gerçek bir gün keşfedilecek ve herkesin binlerce kedisi olacak ve kimse ölmeyecek. Gerçekten çok saçma.


YAZMAK ÜZERİNE:

Asla gündüz yazmam. Çıplakken alış veriş merkezinde koşmak gibi bir şey gündüz yazmak. Herkes seni görür. Gece. işte o zaman numara çekebilirsin. sihir.


İNSANLAR ÜZERİNE:

İnsanlara fazla bakmam. Rahatsız edicidir. Birine çok fazla bakarsan onun gibi olmaya başlarsın derler.


ŞÖHRET ÜZERİNE:

Öğütür insanı. Fahişedir, kancıktır, tüm zamanların en büyük öğütücüsüdür. Ben şanslıyım, çünkü Avrupa'da büyük bir şöhretim var, burdaysa fazla tanınmıyorum. Dünyanın en talihli adamlarından biriyim. Şanslı bir köpek. Şöhret korkunç bir şey gerçekten. Sıradanlık cetvelinde bir ölçüdür, birinci viteste çalışan beyinler. Değersizdir. Seçkin bir seyirci çok daha iyidir.


YALNIZLIK ÜZERİNE:

Hiç yalnız hissetmedim kendimi. Bir odada tek başıma kaldım, intiharın eşiğinde. Kendimi çok kötü hissettiğim oldu, ama hiçbir zaman birinin odaya girip kendimi daha iyi hissetmemi sağlayacağını düşünmedim. ya da birkaç kişinin. Başka bir deyişle, yalnızlık beni hiçbir zaman rahatsız etmemiştir, çünkü yalnız kalmaya doyamam. Ben kendimi insan dolu bir odada ya da tezahürat yapan seyircilerle dolu bir tribünde en yalnız hissederim. Ibsen'den bir alıntı yapacağım: "En güçlü insanlar genellikle yalnızdır." Hiçbir zaman içimden, "şuh bir sarışın içeri girip beni düzecek, taşaklarımı ovacak ve kendimi daha iyi hissedeceğim," diye geçirmedim. Hayır, onun hiçbir yararı olmaz. İnsanları bilirsin, "Hey, Cuma akşyokı, ne yapacağız? Burda kös kös oturacak mıyız?" Evet, kesinlikle. Çünkü yok dışarıda bir şey. Aptallık sadece. Aptal insanlarla fingirdeyen aptal insanlar. Geceye koşa koşa çıkmak gibi bir ihtiyaç içinde olmadım hiçbir zaman. Barlarda gizlendim, çünkü fabrikalarda gizlenmek istemiyordum. Hepsi bu. Milyonlarca insan adına özür dilerim, ama ben kendimi hiçbir zaman yalnız hissetmedim. Kendimden hoşnutum. Bildiğim en iyi eğlence kendimim. Biraz daha şarap içelim!


GÜZELLİK ÜZERİNE:

Güzellik diye bir şey yok, özellikle insan yüzünde. fizyonomi dediğimiz şey. Hatlar arası uyum söz konusudur, matematikseldir. Burun fazla göze batmasın, yanlar modaya uygun olsun, kulak memeleri fazla iri olmasın, saçlar uzun. Genellemelerden oluşmuş bir serap. Kimileri bazı yüzleri harikulade bulur, ama gerçekte, son kertede, değillerdir. Sıfıra eşitlenmiş cebirsel bir denklem. "Gerçek güzellik", tabii ki, kişilikte yatar. Kaşların biçiminde değil. Pek çok kadın bana beni harikulade bulduklarını söylemiştir. oysa benim yüzüme bakmak bir kase çorbaya bakmaktan farksızdır.


ÇİRKİNLİK ÜZERİNE:

Yoktur çirkinlik diye bir şey. Biçimsizlik vardır, ama dışa dönük bir çirkinlik yoktur. Ben konuştum.


CESARET ÜZERİNE:

Cesur insanların çoğunun hayal gücü zayıftır. İşler yolunda gitmezse başlarına gelecekleri kestiremezler sanki. Gerçekten cesur olanlar hayal güçlerini yenip yapmaları gerekeni yapanlardır.


KORKU ÜZERİNE:

Hakkında hiçbir şey bilmiyorum.


ŞİDDET ÜZERİNE:

Şiddetin çoklukla yanlış yorumlandığını düşünüyorum. Belli bir şiddet gereklidir. Hepimizin içinde çıkmayı talep eden bir enerji var. O enerji bastırılırsa deliririz. Hepimizin arzuladığı o mutlak huzur hali arzulanacak bir bölge değildir. Bir şekilde yapımıza uygun değil. Boks maçlarını seyretmeyi bu yüzden seviyorum, gençliğimde de bu yüzden severdim arka sokaklarda dövüşmeyi. "Enerjinin şerefli bir biçimde dışa vurulması," bazen şiddet olarak yorumlanır. "İlginç delilik" ve "iğrenç delilik" vardır. Şiddetin de iyi ve kötü biçimleri var. Yani belirsiz bir sözcük şiddet. Başkalarına fazla zarar vermedikçe yerine göre iyi olabilir.


İNANÇ ÜZERİNE:

İnanan insanlar için iyidir inanç. Benim sırtıma yüklemeyin ama. Bir tesisatçıya kutsal ruhtan daha fazla inancım var benim. Tesisatçılar son derece yararlı bir iş yaparlar. Bokun akmasını sağlarlar.


GELENEKSEL AHLAK ANLAYIŞI ÜZERİNE:

Cehennem olmayabilir, ama yargılayanlar bir tane yaratabilir. İnsanlara çok fazla şey öğretildiğini düşünüyorum. Her şey fazla öğretiliyor. Başına gelenlerden öğrenebilmelisin, tepkinden. Tuhaf bir sözcük kullanmak zorundayım burda. "İyi". Nerden geldiğini bilmiyorum, ama hepimizin içinde doğuştan bir iyilik damarı olduğunu düşünüyorum.
Tanrı'ya inanmıyorum, ama içimizdeki o iyilik damarına inanıyorum. O damarı beslemek mümkün. Tampon tampona trafikte biri sana yol verdiğinde sihirdir her seferinde. Umut verir insana.


Charles Bukovski

Cehennem Köpekleri

azdılar yine; sıçrayıp ısırıyorlar,geri
çekiliyorlar,etrafımda dolanıp sonra yine
saldırıyorlar.

oysa ben kurtulduğumu sanıyordum
onlardan,beni unuttuklarını; ama
şimdi daha da
çoklar.

ve ben daha yaşlıyım
şimdi

ama köpeklerin yaşı
yok

ve herzamanki gibi
etinizi ısırmakla yetinmiyor
beyninizi ve ruhunuzu da
ısırıyorlar

bu odada
etrafımda dönüyorlar
şimdi.

harikulade
değiller; cehenem
köpekleri bunlar

ve sizi de
bulacaklar

şimdi
onlardan biri
olsanız
da.

Charles Bukowski

BİR ADIN KALMALI

bir adın kalmalı geriye
bütün kırılmış şeylerin nihayetinde
aynaların ardında sır
yalnızlığın peşinde kuvvet
evet nihayet
bir adın kalmalı geriye
bir de o kahreden gurbet

sen say ki
ben hiç ağlamadım
hiç ateşe tutmadım yüreğimi
geceleri, koynuma almadım ihaneti
ve say ki
bütün şiirler gözlerini
bütün şarkılar saçlarını söylemedi
hele nihavent
hele buselik hiç geçmedi fikrimden
ve hiç gitmedi
bir topak kan gibi adın
içimin nehirlerinden
evet yangın
evet salaş yalvarmanın korkusunda talan
evet kaybetmenin o zehirli buğusu
evet nisyan
evet kahrolmuş sayfaların arasında adın
sokaklar dolusu bir adamın yalnızlığı
bu sevda biraz nadan
biraz da hıçkırık tadı
pencere önü menekşelerinde her akşam

dağlar sonra oynadı yerinden
ve hallaçlar attı pamuğu fütursuzca
sen say ki
yerin dibine geçti
geçmeyesi sevdam
ve ben seni sevdiğim zaman
bu şehre yağmurlar yağdı
yani ben seni sevdiğim zaman
ayrılık kurşun kadar ağır
gülüşün kadar felaketiydi yaşamanın
yine de bir adın kalmalı geriye
bütün kırılmış şeylerin nihayetinde
aynaların ardında sır
yalnızlığın peşinde kuvvet
evet nihayet
bir adın kalmalı geriye
bir de o kahreden gurbet
beni affet
Kaybetmek için erken, sevmek için çok geç

Ahmet Hamdi

Leyla

Bu akşam rüyamda Leyla'yı gördüm
Derdini ağlarken yanan bir muma;
İpek saçlarını elimle ördüm,
Ve bir kemend gibi taktım boynuma
Bu akşam rüyamda Leyla'yı gördüm.

Leyla...Ela gözlü bir çöl ahusu
Saçları bahtından daha siyahtır.
Kurmuş diye sevda yolunda pusu
Döktüğü gözyaşı, çektiği ahdır.
Leyla...Ela gözlü bir çöl ahusu.

Bir damla inciydi kirpiklerinde,
Aşkın ızdırapla dolu rüyası
Bir başka güzellik var kederinde
Bir başka alem ki ruhunun yası
Sessiz incileşir kirpiklerinde.

Ahmet Hamdi Tanpınar

Yalnızın Şarabı

Seven kadının o garip bakışı var ya,
Sere serpe yıkansın diye güzelliği
Dalgalı ayın titrek göle gönderdiği
Beyaz ışın gibi bize doğru kayar ya;



Bir kumarbazın sonuncu para kesesi;
Çapkıca bir öpücüğü sıska Adeline’in;
Tıpkı uzak sesi gibi insan derdinin,
Sinirlendirici, tatlı bir müzik sesi,

Bütün bunlar değmez, derin şişe, senin
Dindar ozanın susamış yüreği için
Bağrında tuttuğun etkili balsılara;

Umut, gençlik, yaşam boşaltısın içlere,
- Ve onur, hazine bütün dilencilere,
Ki bizi yengin ve eş kılar Tanrılara!




Charles Baudalaire

YABANCI

Söyle, anlaşılmaz adam, kimi seversin en çok, anam mı, babam mı, bacını mı, yoksa kardeşini mi?


“Ne anam, ne de babam var, ne bacım, ne de karde­şim.”

“Dostlarını mı?”

“Anlamına bugüne kadar yabancı kaldığım bir söz kullandınız.”

”Yurdunu mu?”

“Hangi enlemdedir, bilmem.”

”Güzelliği mi?”

“Tanrısal ve ölümsüz olsaydı, severdim kuşkusuz.”

“Altını mı?”

“Siz Tanrı’ya nasıl kin beslerseniz, ben de ona öylesi­ne kin beslerim.”

“Peki, neyi seversin öyleyse sen, olağanüstü yabancı?”

“Bulutları severim… işte şu… şu geçip giden bulutları … eşsiz bulutları!”



Charles Baudelaire

Çev: Tahsin Yücel

Adam Yayınları / 1984

SON SIĞINAK

"C" için

1
önce en yakınların delikler açtı gövdende
sonra o her odanın her köşesinde bekleyen
gecenin hinoğluhin örümceği
yumuldu doğan, günün bu kızıl kapılarına
ve o parlak ipliğin bıraktığı iz tıkadı damarlarını


kan her zaman yerde birikir ve yerde
serili yatar kırık gövde, rezil,
ırzına geçilmiş, bir ahırın yemliğinde,
dudaklar sırıtır -son kez "elveda" demek
istemişler midir?
parçalanmış bir kapıdır dişler,
yıkık bir duvar,
gözler açıktır ama yoktur görecekleri bir şey
insansız bir beldenin küçük nöbetçi kulübeleri
iki arı balın üstünde ve taş kesmiş ışık
uzaklarda bir yerde dallardaki kuşlarda soluk titrer
ve çürümenin kösnül kokusuyla
şimdiden mumyalanmıştır gövde-
göz kamaştırıcı bir ağ olursun kemikten...
gel de salyalarınla tıka bu delikleri
hava geçirmez olsun gövde
ve ince bir bezle bağla ki gözlerimizi
hiç görmeyelim bir kahramanın nasıl öldüğünü
ve cesedinin gizlerine nasıl baktıklarını ölümlülerin 2
yalnızların ülkesine yapılan yolculuk
sınırsız bir ülkede kalacak han olmayan bir
yolculuktur
kıyısız bir deniz boyunca
aşktan başka fenerleri olmayan

körlerin ülkesinde hiçbir renge inanılmaz
her ses tanıktır
dilsizlerin gümüş diline
aşktan başka karanlığı olmayan

deniz fenerleri yalnızca aşk
gırtlaktan gelen notaların
denizine karşı bir engel
köpüklerin makinalı bir tüfek gibi
iletisini sağırların kulaklarına
dilsizlerin şifresiyle kekeleyip
fısıldarken açıkladığı
ve bunu körler için
yalnızca aşkın mürekkebiyle yazabilen

çünkü makinalı tüfek gizini
bütün gizleri açıklamak için söyler
çünkü makinalı tüfek yolunu açar
ve ayaklarını yıkar
ve önüne şarapla ekmeği koyar
sen de ölümün gövdesi yerine
yalnızca aşkla dönersin evine


Breyten BREYTENBACH
Çeviren : Cevat ÇAPAN

NASIL UNUTULUR

Kokusu geçmişin nasıl unutulur
Ruhumuzun çocukluk düşlerinin anıları
Temiz bir alev gibi yükselen günleri
Nasıl unutulur

Anımsayacak mısın May bu yılları
Hangi düş bozabilecekti bu düşü yüreğinde
Düş ki yerle gök çiçeğe kesmişti içinde
Nasıl unutulur

Sevimli bir gölcük bakarak bize kabarırdı:
Çevresinde dallarıyla ilkbahar vardı
O kırlangıç ki bunamış çığlıklardı
Nasıl unutulur

Olmaya görsün akşam o batan güneşte
Selma bizim için yabancı kuş olur
Büyürdü onunla on batan güneşe
Nasıl unutulur

Ve sonra bu gezintiler çimenlikte yol olur
Selma ile Hind ile Selva ile
Daha sonra karışırdı ellerimiz gül ile
Nasıl unutulur

Elif be’yi öğreniyorduk
Usulca silerdi Selma satırları
Yer değiştirerekten tatlı bir işaretle
Nasıl unutulur

Evlenme oyunuydu şimdi yürürlükte
İstiyordu ki Selma, kocası olayım oyunda
Kucakladık birbirimizi güle güle sonsuzda
Nasıl unutulur

Yoktur unutulma olanağı büyüdüğümüzün
Büyüdü içimizde yaşam ki gururu kırık sunulur
Ustayız oluşturmakta yurtmasayı ki hüzün
Nasıl unutulur

Unutacak mıydım vedalar gününü
Oturan gözlerimize kızıl yaramsı gülüşünü
O iç çekmeler, o sitemler, büyüyen unutacaksın’lar
Nasıl unutulur


Ey geçmişin kokusunu duyuran Selma
Ey kral çocuğu kraliçem ulaşamadığım dağ
Ey gören büyük acımı “kim için ağladım”
Nasıl unutulur


BEŞARA EL HURİ

Sen Söylemeden de Biliyorum

Seziyorum ki kaçacaksın...
Yalvaramam koşamam


Ama sesini bırak bende

Biliyorum ki kopacaksın
Tutamam saçlarından
Ama kokunu bırak bende

Anlıyorum ki ayrılacaksın
Çok yıkkınım yıkılamam
Ama rengini bırak bende

Duyumsuyorum ki yiteceksin
En büyük acım olacak
Ama isini bırak bende

Ayrımsıyorum ki unutacaksın
Acı kurşun bir okyanus
Ama tadını bırak bende

Nasıl olsa gideceksin
Hakkım yok durdurmaya
Ama kendini bırak bende

Aziz Nesin

Maldoror'un Şarkıları

Sen, ey okur, bu yapıtın başında kine başvurmamı istersin belki de! Güzel ve kara bir havada,
tıpkı köpekbalığı gibi engin bir kösnüye gömülmüş durumda sırt üstü devrilip, gururlu, geniş ve
ince burun deliklerinle istediğin kadar kini içine çekemeyeceğini kim söyledi sana,

eğer bu
eylemin önemi kadar senin o kızıl kokulara olan haklı iştahının önemini de ağır ağır ve görkemle
anlıyorsa? Daha önce eğer Tanrı'nın lânetli vicdanını arka arkaya üç bin kez içine çekmeye
kendini kaptırmazsan, inan bana ey canavar, çirkin suratının o iki biçimsiz deliğini eğlendirecektir


o kokular. O sözle anlatılmaz hazlardan alabildiğine hoşnut kalacak olan burun deliklerin, güzel
kokulardan, buhur kokularından başkasını duymak istemeyecekler bir daha; çünkü, o cânım
göklerin görkeminde ve dinginliğinde yaşayan melekler gibi eksiksiz mutlulukla tıkabasa doymuş
olacaklar.

* * *

Maldoror'un mutlu yaşadığı o ilk yıllarda nasıl iyi yürekli biri olduğunu anlatacağım birkaç satırda.
Daha sonra, kötü ruhlu doğmuş olduğunu fark etti: Ne garip yazgı! Kişiliğini elinden geldiğince
gizledi uzun yıllar, ama sonunda, şu alışık olmadığı gerilim yüzünden, her gün kan beynine çıkmaya
başladı; böylesine bir yaşama artık katlanamadığı için de, sonunda, kararlı bir biçimde kötülük
mesleğine adandı… bu tatlı dünyaya! Pembe yanaklı küçük bir çocuğu sevip dururken yanaklarını
usturayla kesip koparmak isteyeceği kimin aklına gelir, ve eğer Adalet'in türlü türlü cezaları gözünün
önüne gelmemiş olsaydı kim bilir kaç kez yapardı bu işi.Yalancı biri değildi, gerçeği kabul ediyor ve

kendisinin bir kan dökücü olduğunu söylüyordu. İnsanlar, duydunuz mu? Bu titreyen kuş teleği
kalemle de aynı şeyi tekrarlamaktan utanmıyor. Sanki istençten de güçlü yetke… Bir lânet! Yerçekimi

yasalarına karşı koyabilir mi taş? Olanaksız. Kötülük, iyilikle bağlaşma yapmak isterse, olanaksızdır.
Yukarıda söylediğim de buydu benim zaten.

* * *

İmgelemin yarattığı ya da sahip oldukları, soylu duygular sayesinde insanların övgülerini kazanmak
için yazar kimileri. Ben, kan dökücülüğün tadını betimlemek için kullanıyorum dehâmı! Gelip geçici,
yapay zevkler için değil; ama insanla başlamış, insanla sona erecek olanlar için. Tanrı'nın gizli
kararlarına uygun olarak kan dökücülükle bağlaşma yapamaz mı dehâ? Ya da, kan dökücü biri
dehâ sahibi olamaz mı? Bunun kanıtını benim sözlerimde bulacaksınız; isterseniz, beni dinleyip
dinlememek sizin elinizde. Bağışlayın, bana öyle geliyor ki saçlarım diken diken oldu; ama, önemli

değil, çünkü, elimle, kolayla eski durumlarına getirebilirim onları. Bu, şarkı söyleyen kişi, tek sesli
parçalarının bilinmedik şeyler olduğunu ileri sürmüyor; aksine, kahramanının kibirli ve kötücül
düşüncelerinin bütün insanlarda bulunmasına alabildiğine seviniyor.

* * *

Yaşamım boyunca, istisnasız hepsi de budalaca işler yapan dar omuzlu insanlar gördüm ve çoğu
türdeşlerini şaşkına çevirip ruhları türlü şekilde baştan çıkarırlardı. Eylemlerine gerekçe olarak "ün"ü
gösterirler. Onları görünce herkes gibi gülmek istedim ben de; ama böylesine tuhaf bir öykünme
olanaksızdı benim için. Keskin ağızlı bir bıçak aldım, dudaklarımın birleştiği yerlerde etimde yaralar
açtım. Amacıma ulaştığımı sandım bir an. Kendi elimle yara açtığım bu ağıza baktım aynada! Bir
yanılgıydı! İki yaradan akan kan, gerçekten başkalarının gülüşü olup olmadığını anlamama engel

oluyordu aslında. Ama, bir süre karşılaştırma yaptıktan sonra, gülüşümün insanların gülüşüne
benzemediğini gördüm, yani gülmüyordum ben, gülüşüm yoktu benim. Çirkin suratlı, gözleri karanlık
gözevlerine gömülmüş insanlar gördüm; kayanın sertliğini, dökme çeliğin katılığını, köpekbalığının
kan dökücülüğünü, gençliğin küstahlığını, canilerin mantıksız öfkesini, iki yüzlülerin ihanetlerini, en
olağanüstü oyuncuları, rahiplerin kişilik gücünü ve dışardan bakınca en içe kapalı, dünyaların ve
göklerin en soğuk yaratıklarını aşıp geride bırakmışlardı; ahlâkçılar bitkin düşmüştü, yüreklerindekini
görmeye, Tanrı'nın amansız öfkesini başlarına yağdırmaya çalışırken. Hepsini bir arada gördüm; kimi

zaman, belki de bir cehennem cini tarafından kışkırtılmış, dondurucu bir sessizlikte gözlerine hem
yakıcı hem kinli bir pişmanlık acısı sıvanmış durumda, annesine daha şimdiden başkaldıran bir çocuk
benzeri en sıkı yumruklarını havaya kaldırdıklarını, bağırlarının gizlediği o alabildiğine adaletsiz ve
dehşet yüklü, tutkulu ve düşman düşüncelerini ortaya çıkarma yürekliliğini gösteremediklerini ve
bağışlayıcı Tanrı'yı merhametten kederlendirdiklerini gördüm; kimi zaman, günün her anında, yediden
yetmişe insanlara, soluk alan her şeye, kendilerine ve Tanrı'ya karşı mantıksız ve akıl almaz lânetler
yağdırırlarken, kadınları ve çocukları kötü yola düşürürlerken, vücudun edep yerlerini kirletirlerken
gördüm onları. O zaman, sularını yükseltir deniz, tekneleri dipsiz derinliklerinde yutar; kasırgalar ve
depremler yerle bir ederdi evleri; veba, türlü türlü hastalıklar kırıp geçirirdi yakaran ailelerini. Ama
insanlar anlamaz bunları. Yeryüzündeki davranışları yüzünden utançtan kızarırken, sararırken de
gördüm onları; ama pek ender. Kasırgaların kız kardeşi fırtınalar; güzelliğini kabul etmediğim mavi
gökkubbe; yüreğimin imgesi iki yüzlü deniz; bağrı gizemli dünya; öteki gezegenlerin halkları; bütün
evren; onu cömertçe yaratan Tanrı, sana yakarıyorum: İyi bir insan göster bana!.. Lûtfun on katına
çıkarsın doğal güçlerimi; çünkü, bu canavarı görünce şaşkınlıktan ölebilirim:
Daha azı için bile ölünebilir.


Comte de Lautréamont

Çeviri: Özdemir İnce

Yalnızlığı Kendinden Uzun Adam: Cahit Zarifoğlu

I.


Yalnızlığı kendinden uzun adam. Sevgiliye söylerken türkü ettik sözlerini, düşmana ( döndük yüzümüzü) haykırdık “marş” diye. Anne dediler şefkat dedik. Baba diye sordular güven dedik. Şair dediler seni söyledik.

Bu kanımızı her gün devran ettirdik. Pekiştirdik kanı ( alışkanlık mı? Hayır, ihtiyaç) Yurt odalarında birinci gündem maddemizdi seni İRİ analmak, parantez aç (ödevimiz de diyebiliriz.parantez kapa). Zaten başka gündem bilmedik (başka gündem yok muydu? Vardı elbet ama hepsi uzakara arkada kaldı). Çıplak dağımızın yalnız ardıçı’ydın. Soluğundaki şehirde iki yıl devirdik ( çendan iki sene hüzün devretti geleceğe o ayrı mesele. Frekansları karıştırmayalım azizim!).


/ çıplak dağda yalnızardıç vardır.
Yalnızardıç’ın yalnız kuşları bir de.
Her seher konup meçlerine gölgende seni söyleştiler.
(içimizin dehlizlerine akıttık seni kan diye. Alınca soluğunu içimize kan şaştı. Alyuvarlar-akyuvarlar hayret kaldı.)


Söylenti (belki de gerçek):
Yalnızardıç’ı bir ara ( hangi ara?)
Sevgilisine koşarken görmüşler
Hatta uçar gibi olmuş gidişi
“we are a nation of artists
Death comes suddenly to all of us”
Öyle ki kuşlar hala hayretteymiş o çıplak dağda
Efsane olmuş dilden dile.
Yalnızardıç’ı uçar gibi koşarken görmüşler
Sevgiliye erken varmanın sevinciymiş meğer
Uçar gibi koşuşu.




Yalnızlığı kendinden uzun adam. Adın var bende. Bunu düşündükçe bile içimdeki kan akışı hızlanıyor. Hücrelerim şaşırıyor kendini. Nasıl taşınır bu emanet? Düşürmeden. Kırmadan. İncitmeden. Hakkını nasıl verebilelim diye çalkalanıyor içim. Senin adın bendeki yüzün. Yüzüne bakabileceğim, nurunu izleyebileceğim en emniyetli ve sağlam bir zaviye adın. Afganlara eş adın ( en merhametli yanın Afganlara ayrılmış keza).


“know your heart unto the heights”


Hikayesi duruşundan bereketli adam. Kavuşamadık çağına. (ukde bu belki). Kaderin ördüğü ağlardan hangisidir aramızdaki bağ?



-kader ağ’lar ve biter yazı.
-hayır! Üç nokta koy bitmesin yazı…



II.

“ kim ölüyor hayvanların kızışarak

Daraladığı zamanda “

Seksenyedide yüksek sulara tutunamayıp kayınca bir yıldız

Şimdi bu dehrde düşündüm de kaç bahar yürüyebildin bu arzda?

Kaçı katıksız bahardı adımlarının ? kaç kelebek dokunup kalktı

Tomurcuk dolgunluğuna ve kaç
Çiçek geçti sürtünerek toprağın tenine? Hesaplamak
Gelmedi içimden.



Bereketli ve coşkun bir ırmakla sürülmüş bir ziyafet tarlasındayız. Görülmedik bir dağı anlatır gibiyiz ki biliriz o dağ ordadır

Şeksiz hala ve hep.


EL YORDAMIYLA BULDUM SESİNİZİ NASIL

Telaşına geldik ve dayandık ömrün bu biçimsiz ama türkülü ağzımızla. Ben daha beşinci basamağını çıkmışken ömrümün varlığından bihaber olduğum ketum bir manzara göçmüş buralardan.

Geç kalmışım gibiyim erken bir gidişe ama her şey tam vaktinde özünde.


/ prensimin tebessüm depolanmış yüzüne denke gelsem
Ah gül civarı bir düzlemde
Yaldızlanır mıydı ellerim bu yıldızımsı saatte
Telaşlanır mıydı gözlerim yuvasından
Buyur prensim
Odalarıma aksın sesin.


“ne çok acı var”
Yüzüne uzun oluktan bir kare
Boğazkesenden bir kuple
Bir tutam Maraş kalesi
Hüzün artığı bir cadde
Yarım kalmış aşkların kekre nakaratı gibi
Tekmili soluğunda istiflenmiş bir efsane tutunmuş
Bahçelievlerde çay içmişliğimiz gibi.


VE ELBET HAKKINI VERİYORUZ ÇAY İÇMELERİMİZİN!


Miladi tut ya da hicri söyle nasıl yazarsan yaz değişmez bir yaz telaşı

Gerçeği bu kanatları ibrişimli bir kuş gidişidir. Bu çılgın çağda.
Fikrettiğimiz yedi haziranda yedi tane beyaz var mıydı sakal uçlarında?

Kaç teline kar sinmişti saçlarının? Nur dolgun yüzüne kaç çizgi iltica istedi senin?
Hesaplamak doğmadı içime zira.


HERŞEY TAM VAKTİNDE!


/ kuru söz yoz övgüden uzak
Ellerimizde mihengi güneşin

Fazla ışıkları söndürdük ve sade
Yineleyelim ki
Katıksız bir şairsin İslam haritasında!

“sizi görmeliydim”
Sokaklar banka dükkanlarıyla dolmadan halk aşksız
Kalmadan.

“şunu da yaz bedeli olsun
Sabırla titreyerek öyle yalın
Ve kimsemiz olmadan oturacağız
Kıyısında ayrılığın” /



Zarif prensim
Hele bir sen gel
Hele sen beri gel
Hele bir başkasın sen



-kader ağ’lar ve biter yazı.
-hayır! Üç nokta koy bitmesin yazı…





C. Efgan Akgül

Açık Açık Çağırır Aşkını

I

Çabuk akan tez giden
ilk geyik avında ölenler
çarpıntı başlarıdır insanlığın
Uzakta, ta burada


Ünlü bir can sıkıntısını
Ufalar bir zümrüt sakal
Yeldeğirmeni
ve uçuşan leylekler
beyaz saçlı atın
kar yıllığını rüzgar hallerini
kahraman atın
madalya anına bitişik
dört nala koşan sesi
oradan uzaktan ta buradan
siyah
çatık kaşlı gelincik tohumlarına
benzer sezişleriyle
gelişir yapılı kaygılar

II

bir ayıp giyotin
çün ağaç sağa dönmez
soldan kuşatılır
çün ağaç şaşırır
ağaç ölür
Ama sapına kadar
Bilhassa büyük
Erkek
Tam erkek bir el
Yani kolun ucuna kadar gelmiş de
Yumruk bile olmuş
ve bilhassa bu büyük bir el
beynelmilel büküp yapma çelikleri
gündelik insanı kaldırıp
bir de tanrıya şarkısını söylerse
Belirli bir yapısı
belli bir geçmişi olan
nereye değdiğini bilen
düğün yapısı fırçasıyla
toprak ve topraktan sonrasını
aynı çığlığı atan
ve karalar içinde

III

haydi
şu kaçar su durur mu
gök içimizden bir zenci çağırır
zenci zenci
bir büyük geniş başlı
şikayet mi ne olur
açık açık çağırır aşkını
burda mı daha mı uzakta
bütün bir geceye
dayar alnını
öyle ki alın
mübarek bir şeydir

Cahit Zarifoğlu

Savaştığımız Günler Kendimizle

Başın çok yükseklerde eğil selvi boylu

Eğil bir kez nasıl bir şeysin göreyim





Nasıl liman çocukları zalim

Nağra atarlar gecenin koynuna



Daha başkaları da var

Tabiatlarını mayalarını açıklayan



Ya sen selvi boylu nesisin

Ya ben neyiyim körlüğün



Eğil hakkımızla

Birlikte bağıralım içine esirliğin



Ben hırsız olayım kendi malıma ha!

Ben yakalanayım eşkiyama



Gardiyanların değişti de n'ooldu

Haydi soyun bir kez daha kırbaçlan kendi dallarına



Dağ özlemin sarı bir kanarya oldu

Ötüşsüz uçtu uçamadı kondu konamadı



Akıl ve hikmet emzirirdi mağara

Yarasa doldu.Yüz çarpılır göz kayar



Güneşin tozu yağmuru ateşleri taşları

Gelse gelse elimin vuruşma özlemini alsa



Selvi boylu eğil ikiye katlan

Bak şairin yarım şiirin köle kaldı.



Cahit Zarifoğlu

İdiller Gazeli

gözlerin yağmurdan yeni ayrılmış
gibi çocuk, gibi büyük, gibi sımsıcak

sen bir şehir olmalısın ya da nar
belki granada, belki eylül, belki kırmızı

gövden ruhunun yaz gecesi mi ne
çok idil, çok deniz, çok rüzigar

çocukluğun tutmuş ta yine aşık olmuşsun
sanki bana, sanki ah, sanki olur a

aşk bile dolduramaz bazı aşıkların yerini
diye övgü, diye sana, diye haziran

heves uykudaysa ruh çıplak gezer
gazel bundan, keder bundan, sır bundan

gözlerin şehirden yeni ayrılmış
gibi dolu, gibi ürkek, gibi, konuşkan

hadi git yeni şehirler yık kalbimize bu aşktan

Haydar Ergülen

Yangın Yer Yer Devam Ediyordu

bırak sevgilim yol senden geçsin
önce davranan, sevgilim, bu kez bağışla
kalanları, biz gidenleri kutlamak için
alkış arıyoruz kimin elinde kaldıysa



bırak sevgilim bu yangını sen bağışlama
bunca iz, işaret bağışladın dünyaya
Dikkat Çocuklar! bıraktın, biz geçtik
biz geçip gitmek için bırakılanlar
kimsem çok, gidenim yok! demek içindik
sevinmek içindik; göç gidiyordu işte,
sır kalıyordu, kurtulan kurtulana gibiydik
birbirimize katılıyorduk ama: -yangın bizden
kurtuldu! diyenimiz de yoktu, ateşin tersine
dönmesinden korkan en duyarlımız bile:
-yangından ben kurtuldum, ruhum kül oldu!
çaprazında tutuşmuştu: -hangi yangını seçsem
iki ateşin arasındayım, ruh ve ten!
yangın yer yer devam ediyordu...

bırak sevgilim şimdi yangın şehirdir
sana bıraktığım sessizlikten birkaç kelime
kalmıştır hâlâ yangından konuşmak için,
şimdi erdem herkesle sır olmakta değil,
hangi kışa rastlasan konuk olmakta!
kuşlar gördüm ne kuşu ne kış konuğu
kuşlar gördüm bir dalı bir dal için kırıyorlardı
öyle üşüdüm ki kafesimde onlardan çok...

şimdi kuş ateşe düşmemiş olmaz
ateş beslemeli ağzında, kanat düşürmeli
yangına, altın tüy dökülmeli, kuş oluşmalı,
bu kuş olabilir misin, sır böyle taşınır
sevgilim, sır arayan sende ateşiyle tanışır!

bırak sevgilim yol senden geçsin
kayıkta göl var, kuşta gökyüzü
ama kimse beklemiyor kimseyi
hem gidince ne olacak bir şeyi

vardın, oldun, kayboldun
şimdi ortasındasın
ne kayık göle dahildir artık
ne kuş gökyüzünde seferi
yangının içi şehir
yol senin içindedir

ya yol senden geçmeli, ya yol senden geçmeli!
sen dönmelisin geri, sen dönmelisin geri!

Haydar Ergülen

MİM/FEZA

Açıl! kayıp atlasın çiziği
Gözet fenerleri
Düş ördüm sana
Düşerken gölgen beynime
Karanlık getirdim kucağına



Sana sanki,
gölgesiz, kışsız, mevsimler ki
Ah!

Açılsan hapseteceğim üstelik
Kuş hüzünlerini sarkıttığım
İpliksik dalışlarıma
Mim/feza yani giryân
Sana hapisler çizdim
Gözbebeklerini yontarken
Ellerimi kanatan şiirin
Sen cümlesinde
Denizlerini ezberledim.

En kutsalından açtır düşlerini
Hani melek kanadında bir busenin
Ayrılığını çizerken gözlerinde
Yol aldığı akşam kadar sakin
Yani yoğrulan kederin saati gibi
Tiktaklara boğulmadan
Dök! Sıkılganlığım aynası
Çizdiğim keder kadar
Serindir.

Mim/feza
Sakinliğimin çılgın derinliği
Hapsedip ardımdan ağlayanım
Sana terki diyar yok!
Yok sana sürgün yazmak
İçimin sevincinde ıslaklığım
Yani gözümdeki arpacığın
Çizdiği bir albeni
Mim kadar derin
Feza kadar uzak.

Akşama çizsem seni alıp göçmen kuşlar
Götürecek esrarengiz limanlara

Sabaha çizsem seni yuvasına sığmayan kalbin
ayıp şarkılarla boyayacak matemi.

Mim/feza
Kahrımın odağında gezerken gece
Karanlık yazmanı atma gözlerime
Yorma! Kalktığım gün gibi yorgunum
Çürüyen dalların merhametine
Ne zaman baharı çizeksin
Umarsız cümlelerime.


Mim/feza
İlhama gerek yok
İçimde taşıyorum aşkını
Aşkın ki mabedimin ezcümlesi
Yüreğimi sarsan deprimin intizarı
Sabahsız uyanışlarımda akrep…
Yelkovansız sayıklarım da matem…

Sanki her yerinden vurulmuş
Çığlıklarım kesik kesik,
Sanırsın ki yol dürülmüş
Kıvrımda uzaklığına
Sen düşmüşsün.

Mim/feza
Alıp başını gitmek mi ister
Yoksa aşkın ipini
Salmadan rüzgara
Beklemek mi istersin.

Mim
Gülüşüne konsun ebabiller
Feza
Boşluğunda savrulsun kederler.




Bilal Can

1 Ocak 2010 Cuma

Kaybedenler Kulübü

Terli bir mendile asılıyor ırgatlar
Sigara içip büyümüşler çocukken bayramlarda

Kediler farkediyor boyanmış kadınları
Biraz fazla narkoza kocalar satılacak

İçli bir türküsü var yeni ölmüş gelinin
Bilmiyordu yaşarken
Mezarlar doymazmış insan etine

Kötü kalpli bir bilgeye rastladım karanlıkta
Emrimdeki deliler bana öğüt verirken
Aklımda neyi tutsam hepsi seni söylüyor

b nokta p

BÜTÜN BAŞARISIZLARIN AZİZ HATIRASINA

Suskun kelimelerin içinde ayarı usta tezgahı görmek isteyen bir çığlığın ortasındayım. Sessizce yatağa düşmüş bu şehrin hastalığı kimi görsem ona bulaşmış. Özlemekten yorgun değil bu şehir; helalarının sifonu da çalışmıyor üstelik. Ölebilmek için adını orduya yazdırmaya çalışan kimse yok; o kimselerin ucundan tutulmuş bir hayatı da. Nerede bulmaca sayfası görseler ellerinde bir kalem. Kendileri için yazılmış bir hayatın ucundan damlayan sağdan sola kelimeler. Bizi dünyaya bulaştıran mecburiyetler tahminlerden çok daha ağır yükler yüklüyor omzumuza. Şaşkınım anlayan da yok!


"Neresinden başlamalı?” diyordum yazıya. Kaç satır bir tren vagonu gibi yaşamı andırırcasına yan yana dizilmeye başlamış işte.

Biz onunla yaşımı hatırlamadığım bir çocuklukta karşılaşmıştık. Bir mahalleden ötekine göç eden her çocuk gibi şaşkın, telaşlı, huysuz ve çekingendim. Yeniden fethedilecek bir yerler ve birilerinin heyecanı da yok değildi hani. İlk kimin misketini oyunda kazanacak, kimin bisikletiyle birkaç tur atacaktım? Kafamda bunlar. Çocuklara ter hiç yakışmıyor…

Biz Ali ile son taşındığımız evin önündeki bahçede tanıştık. Bahçe dediysem aklınıza ağaçlar, kuşlar, böcekler gelmesin. Birkaç tarla büyüklüğünde kocaman bir arazi, bir köşesi futbol oynamak için taşları temizlenmiş ufak bir saha ve en ucunda yaşlanmış bir dut ağacı. Çelimsizdim ben. Kiminle bir kavgaya tutuşsam güzel bir dayak yer, yediğim dayağı da evdekilerden saklamak için bulduğum ilk köşede bir süre ağlar, öyle evin yolunu tutardım. Öyle ya, dayak yediğimi söylesem evdekilerin alaycı bakışlarının altında kalacak, erkekliğim ziyan edecekti. Bir, iki, üç derken ben de artık yumruk sallamayı falan öğrenmiştim. En sonunda zayıftan bir oğlan çocuğunu dövmüş eve de göğsümü gere gere gitmiştim. Eh, benim de artık anlatacak bir kahramanlık hikayem olmuştu. Gariptir, övünerek anlattığım bu minik yiğitlik hikayemden sonra bir de azar işittim: “Sen hiç rahat durmayacak mısın?”

Evet, o günden sonra hiç rahat durmadım ben. Nerede bir ateş görsem hep içine attım kendimi. Hep aşkların en tehlikeli olanlarını yaşadım, hep en geç vakitlerde eve geldim, hep en yüksek yerlerden atlayıp araba hareket ederken aşağı sarktım. Banliyö trenlerine hep en son binmek için tren hareket halindeyken bindim. Daha önceden bir plan yaptığım, bir yerden bir yere giderken bir bilet aldığım asla görülmedi. Bir hadise hakkında karar verme ahlakına da sahip olamadım bir türlü. Canımın istediği namüsait tüm isteklere mantıklı bahaneler üretmekle meşgul oldum. Arkadaşlarımı da hep itilmişlerin, başarısızların ve dayaktan başka merhamet görmemişlerin arasından seçtim. Oysa ben –övüneyim biraz- mekteplerde hep birinciydim. Ah, aklım biraz da uysallığa çalışsa.

Ali çocukluğumun en hayta, en şımarık, en belalı arkadaşıydı. Benden büyüktü aslında. Haytalığı, şımarıklığı, belalı tavırları ile ondan yaka silkmeyen yoktu mahallede. Büyüğünden tutun küçüğüne kadar. Ali öyle böyle bir çocuk değildi. Ne zaman çocuklar toplanıp ağız tadımızla bir maç yapmaya kalksak Ali maçın ortasında gelir, oyunu bozar; oyunda ise rakip takımdan iyi çalım atanların birkaçını sakatlamak için en kallavi tekmelerini savururdu. Hangi kırık bacak O’nun umurundaydı ki? Yeter ki tepesi atmasın. Belaydı anlayacağınız. Ne yaparsa yapsın fenalık bende, ben Ali’yi çok severdim. Bir sıcaklık, bir güven, bir dost kokusu duyardım Ali’de. Yoksa bunca serseri, çakal, avare, çocuk döküntüsü biri neden sevilsin ki?

Ali boyuyla, posuyla, cüssesiyle de büyüktü. Mektebe ilk adım attığımda mektebin ağa çocuklarından biriydi. Yürürken arkasından hep küfürle yad edilirdi. Dayağından geçmemiş alt sınıflardaki çocuklardan kimse kalmamıştı pek. Mahallede tek anlaştığı beni mektebin bahçesinde tanımazdı gezerken. Şimdi anlıyorum; babayiğitliği kendinden bunca yaş küçük biriyle selamlaşınca halel görecek, itibarı zedelenecekti. Ne de olsa Ali ağaydı…

Ali’nin yaramazlığı azmış gibi tembellikte de üstüne yoktu. Yaşına yıl ekledikçe sınıfları çift dikiş bitirmeyi gelenek haline getiriyordu. 7. sınıfta sanırım, yollarımız artık aynı sıralarda da kesişti. O, her sınıfı tekrar tekrar hatmederken, ben onunla aynı sınıfta okuma lüksüne ulaşmıştım bile. Her sınıfta kaldığında harçlığı kesilmiş, ailesinin Ali’den umutları tükenmiş, mahallede “illallah” dedirtmediği kimse kalmamıştı. Ali böyleydi işte…

Bir gün kapımda beliriveren aşk ile uyuyamamaya başlamış, dalıp dalıp düşüncelerin içinde kaybolmaya koyulmuş, bunu kendime bile itiraf edememiş, gizli gizli gözetlediğim, hala anlatırken heyecanlandığım kızın yüzüne bakamamışken Ali imdadıma yetişti. Kızın adını birden yüzüme söylediğinde yüzüm kızarmış, vücudumu ter basmış, sesimi yükseltmiş, inatlaşmıştım “hayır” diye! “Sabah” dedi, “mektubunu kıza götüreceğim.” Ben o zamanlar bir kıza mektup yazmanın ve o mektubu önce götürüp vermenin çok gurur kırıcı bir hal olduğunu düşünürdüm. “O yazsın, ben bir kıza mektup yazıp veremem” diyecek kadar da aşkımın içine gurur serpiştirmiştim. Sabah mektup çoktan hazırdı. Sabahın beşiydi sanırım. Zaten tüm geceyi saçları örgülü kızı düşünerek uyuyamamış, o bitkin haldeki çapaklı gözlerimle evdekilere durumu çaktırmadan mektubu yazmış, yerinden fırlayacak kalbim için birkaç dua okumuştum. Söyleyeyim bari, o saçları örgülü, yüzüne bir kez bakamadığım, o süre boyunca bir kelam bile edemediğim kızla dört yıl boyunca mektuplaştık. Yıllar öylece geçip gitti. Şimdi iki kız annesi olmuş. Büyümüş yani…

Biz de büyüyorduk. Yıllar kendini kovalıyor, zaman akıp gidiyordu. Bunca temaşanın içinde nasıl oluyorsa derslerimde hep muvaffak oluyordum. Ben muvaffak oluyordum ama Ali, kırık notlarını koleksiyon haline getiriyordu. Liseyi ikinci sınıftan terk etti sonunda. Zaten Ali’nin başardığı tek şey bu akim halleriydi. Babası sanayide zanaat bellesin diye tamirci tamirci gezip Ali’yi bir tamircinin yanına çırak olarak koydu nihayet. Tamirci çırağı Ali…

O gittiğinden beri kendimi sınıfta çok yalnız hissetmeye başlamıştım. Artık sadece işten çıkınca geceleri odama geliyor, odamda uzun uzun konuşuyorduk. O hayta, şımarık, ağzından küfür eksik olmayan Ali yanımda olunca ben bile tanıyamaz oluyordum. Oyunbozan, ders çalışmayan, küfürbaz Ali, çalıştığı tamircide de bir vukuata imza atmıştı çok gecikmeden. Yandaki dükkan sahibinin oğlunu demirle yaralamış…

Başarısızların itlaf edilmeyi adet haline getirildiği dünyada Ali ne zaman telef edilecekti merakla bekliyordum. Babası ele avuca sığmaz oğlunu hizaya getirmek için ne yapsa kar etmiyordu. Bazen yanıma geliyor, ağzımdan evladıyla ilgili çıkacak her cümleyi can kulağıyla dinliyordu. Ona diyemiyordum tabi “biraz şefkat göster” diye. Taşranın babaları bilirsinizi evladını kimsenin yanında sevmez. Başını okşasa bunu gurur kırıcı bir hal olduğunu düşünürler. Zaten tüm şefkati cebine sıkıştırdığı bir paket sigara parasıyla, eve geç dönen oğluna “nerede kaldın?” sorusuydu. İyi biriydi Ali, içliydi. Neden böyle olduğunu aslında O da anlamaya çalışıyordu. Ama ne kusurunu kabul edecek bir çelebiliği, ne de kusurlarını örtecek bir çevresi vardı. Adı çıkmıştı Ali’nin dokuza, inmiyordu sekize.

Askere gidince her şeyin düzeleceğini sanıyordu Ali. Askere gidecek, oradan tamir olmuş bir halde geri dönecekti. Askere gidecek ve adam olacaktı. Gitti de. “Doğuya gidip savaşacağım” diyordu.Gönüllü doğuya gitti. Arada mektup yazıyor, askerliği çok sevdiğini, eğer imkan bulursa askerde uzman olarak kalmak istediğini yazıyordu. Belki de ilk kez O’ndan güzel ve umutlu sözler duymaya başlamıştım.

Sabahtı, tüm sabahlar gibi sabah. Ortalık kulaktan kulağa fısıldanan dedikodularla siyaha bürünmüştü. Ali askerde şehit olmuş. Teröristler, Ali, ölüm, yaşanmamış gençlik.

Televizyonda kelli felli, nutuk atan bir sürü adam. Yakında seçim var sanırım. Ah bir de Ali’yi getirseler…


Bülent Parlak

VAKİT Kİ AKLIMIZ ÇELİNMİŞ SABAHTAN

Boğazımızda heceler seni anınca yüzümüzde mayhoş bir utangaçlık.

Şarlayarak üstümüze devrilen zamanın ve genzimizi yakan başıboşluğun ortasında serin bir kızıllık arıyoruz. Buruşmuş yılgın senelerin ve rahlede fotoroman okuyan aklımızın ortasında dolaşıp duruyoruz. Sanıyoruz ki iskeletimiz kana karışacak, sanıyoruz ki haylazlığımız saçları kırlaşmış dünyaya meydan okuyacak... İçi kurtlanmış yaralarımız çatlayan tohum gibi toprağa yüzünü çevirmiş.

Her sabah kalkıp sarılmaya heveslendiğimiz dünyanın bağırtıları boğuyor bizi. Tutuşmuş, kaçıyoruz saklanarak kendimizden.

Hasat mevsiminde ekine şehirliler gibi davranıyoruz. Şımarık, kendini bilmez, ukala. Eğilip kalkarken ne tuhaf; dağlarla boy ölçüşüyoruz. Sancılarımız biz bilmeden bizi terk etmiyor. Ayartmaya çalıştığımız hısımlarımızın kabuklarını yoluyoruz gözlerimizi kapayıp. Hepimiz çalgıcıyız; hem çalıp hem oynayan.

Vakit galiba senin söylerken gözlerinden iki damla yaş akıtan vakit. Hani hinliğin, şeytana pabuç bırakmayanların, kambur çocukları gökdelenlerin en üst katından itenlerin vakti. Her yer sis bulutu, kim açsa gözlerini içi irin doluyor. Sarsak şamatasıyla mahşeri andıran dünyanın marşları artık seni anmıyor. Ve hiçbir şef senden bahseden besteleri çalmıyor. İçimizden hiç kimse baharda toprağa yaran çiğdemin senin kokunu hatırlattığını söylemiyor. Boğuk kum fırtınasının yanında hırpalanıyoruz cüretkâr kahkahalarımızla. Hepimiz dünyaya koşmakla meşgulüz. Yeryüzünde tek kimse ne seni, ne dediklerini yamamıyor kulaklarımıza.

Oysa sen konuşunca gecenin üstü örtülür; bütün maceralar suskun bir çocuğa dönerdi. Ağzından çıkan tek harf ziyan olmasın diye dünyanın etrafında çember olurdu seni dinleyen kim varsa. Durulanmış kelimelerin aşktan çatlayan yüreklere dokunan sevgili gibi tesir ederdi pörsümüş çölün ortasında. Kim derdini anlatmaya kalksa bizim kulaklarımız zonkluyor. Yüzümüzde tuhaf bir sıkıntı! Derdimizi anlatacak birilerini bulmak zor artık. Kimsenin derdini işitmek istemiyoruz. Dert bizdeyse en büyük dert bizim derdimiz oluyor, yara bizdeyse en derin yara kendi yaramız sanıyoruz. Öyle garibiz ki yetimden daha yetim duruyor boynumuz. Bir masum bize dokunmak isteyince.

Ey peygamberler sultanı!

Parmaklarından sen sular akıtırdın, biz akan suları kana buluyoruz. Kim sana adım atsa sen onlara koşardın. Koşardın da yanından ayırmazdın. Telaş içinde, bitecek diye korktuğumuz nefesimiz biraz daha cilalı çıksın diye neyimiz varsa büyük şeytanlara peşkeş çıkar olduk. Elimizle kutsal Mushaf’ı gösterip Tevrat’ça yaşıyoruz. Sen hep “Kardeşsiniz” derdin. Biz kardeşlerimizi ancak derilerini yamyamlar gibi yüzerken hatırlıyoruz. Nerede cephanelikler havaya uçsa uçuran kardeşlerimiz, uçuşanlar da. Birkaç kuruş için, biteceğine bir türlü aklımızın ermediği dünya için, siyah yağ için… Kantarımızın topuzu iyice kaçtı. Bizim ocağımıza senin onurun lazım.

Varken kayıbız. Çünkü var olduğumuzu sandığımız devrin dipnotunu tutarken sadece kendimizi yazıyoruz sinsi sinsi. Sen ümmiyken mucizeler yazmıştın. Biz kravatlı şehir eşkıyalarına dönüşmüşüz. Elimizde tuttuğumuz kalem ancak bir kent züppesinin öyküsünü yazıyor.

Gece evine vardığında ayakları kokan reisin mahcubiyeti yerine ırzına geçilmiş bir iktidarın pişkinliği yaşıyoruz. İçimiz silik, içimiz huysuz, bunca şeye rağmen utanmaz içimiz. Nereye gideceğini bilmeden ve gitmek için hiçbir eşiği aşamamışken her yeri ve her şeyi sahipleniyoruz. Acıyı omuzlayan kalp yok bizde. Senin nezaketinden yola gelen Ömer’in, komitacıların, heykel tacirlerinin ve kendini günaha adamış insanların nasiplerinden bir katre nasıl da dinginleştirirdi içimizi. Sözlerimize otağ kurmuş taşralı vaatlerimizin altında eziliyoruz.

Hepimiz sadece yalnızız. Ev içlerinde kumanda hükümdarlığı için her akşam “kimin eli en çabuk oyununu” oynuyoruz. Kanımıza karışmış bu bencillik zehrinin yüzümüze her gece kezzap attığının farkında değiliz. “Belki” diyoruz başka bir kasabaya koyup gidince tomurcuklanır inançlarımız. Her kasaba hıncını alıyor bizden, gözümüze kestirmişsek ona mahal bırakmıyoruz zaten. Hınçlarımız hatalarla bezeli. Kapımızın eşiğinden adım atar atmaz selam cimriliğimiz tutuyor komşularımıza. Hani sen “Komşusu açken…..” demiştin. Şimdi biz komşularımızla gözükmeme yarışına girişiyoruz. İlişmemesi için gözlerimiz birbirine.


Sahi biz neyiz? Marangoz atölyesinden çıkmış sandalye iskeleti gibi birbirimizi benziyoruz. Aynı hizada çetele tutulmuş baş ağrısı olmaktan öteye gidemiyoruz. Gelin konvoylarında camdan sarkan delikanlı gibi ahmak çalımlarımızla yürüyüp gidiyoruz. Yani mahsustan yaşıyoruz. Yani güçlü görünce iliklediğimiz pahalı ceketimizde yaşıyoruz. Yani ıssız duygularımıza yerleştirdiğimiz işgalci karakol zabitleriyle kol kola yaşıyoruz. Yani bir çocuk gibi yaşamıyoruz. Yani elleri duaya çevrilen bir anne gibi yaşamıyoruz. Bir peygamberin sözleriyle yaşamıyoruz. Onun elleriyle, onun gözleriyle, kokusuyla, merhametiyle, sevgisiyle, kitabıyla yaşamıyoruz.

İçimizde ancak bir yer umudu! İsterken o yeri hepimiz eşrefi mahlûkat…





Bülent Parlak

HER YER UZAK

Bıktım,
Yarı çıplak bir lanetten nasibimi almaktan
Eski yazıdan kalma
Ergen bir harf olmaktan
Bozgun iskelelerde tütünden öksürünce
İncindim
Yazıldığım gibi okunamamaktan

Ne kaldı şu salavat getiren bir trenden geriye
Hangi uzağa gitsem karşımda çıkmaz sokak
Beni tanısın annem yoksa sevişeceğim
Yoksa kırdıracağım şu annelik senedini

Kaç kızın kalbine sürünmekle geçti ömrüm
Suya koşan ceylanlar ürkeklerse bendendir
Sırat'tan yer ayırttım
Yer kalmaz yoksa bana
Hangi vebale sorsam yüzümde içli küfür

Kermeste yorulmuş adamlardan satılsa
Alırım beklemeden yamanır yırtıklarım
Hangi şamdandan düştüm, hangi kentin tabelasıyım
Ama kimdim dünyanın yanında
Çoktan elden gittim, yenilmiş bir peygamber kadar mahçup
Dolaşıyor dilden dile şu akortsuz sırlarım


b nokta p

Aklıma Düştüğünde

Eşime,

Sen aklıma düşünce ellerim tutuşuyor ellerim
Sen aklıma düşünce yetmişinde ihtiyar
Küçük bir sokakla arkadaş, biraz daha yaşasa sanki kıyamet kopacak
Sen aklıma düşünce
Parmak izlerinden tanınıyor; parkta reddedilmiş bir aşık
Teşhis ediyorum çiziklerde o amansız veremi

Sen aklıma düşünce
Berlin'de dazlaklar saçlarını uzatıyor
Sağdıcı oluyorum gelinler at üstünde
Sen aklıma düşünce rütbesi sökülmüş babalar
Yeniden dönüyor evlerine
Çocuklar şen şakrak, çocuklar şen şakrak, çocuklar...
İçimdeki gardiyan mahsustan unutuyor
Mahkum odalarının kilitlerini... İyi halden yırtıyorum
Sen aklıma düşünce gül kokulu kızım
Sırrını çözüyor Mısır'da piramitlerin
Kalbim beter oluyor sen aklıma düşünce

Sen aklıma düşünce ne güzel heceliyor
Bir kekeme dört kitabı
Sen aklıma düşünce bendeki tuhaflıklar
Bir bir yok oluyor, bitiyor bendeki bu yabani başkaldırış
Toplanıp dert ediniyorlar ülkeyi konken oynayan kadınlar
Sen aklıma düşünce bir kuyunun içinde
Yusuf'a mektup geliyor kör olmamış babası
Ve anlıyor "bir ülkeye hükümdar olacak" güzel yüzlü o çocuk
Sen aklıma düşünce Diyarbakır Radyosu "Sarı Gelin" çalıyor
Sen aklıma düşmüşsün, ben içine türkünün

Sen aklıma düşünce
Üstüme yemek dökecek kadar ihtiyarlıyorum
Ellerim titriyor ellerim
Çor tutmuş bağlar yeşeriyor birden bire
Kızılderili reis tüylerini yeniden takıyor başına
Oturan boğalar ayaklanıyor bozkırda köylülerle
Sen aklıma düşünce kim gelse aklıma
Unufak oluyorum.
Sen
Aklıma
Düşünce...



b.p.

Otopsi Müşterisi

Bilseniz üstümdeki bu dağınık suçları
Kendimle ödedim tesellim budur
Cennette sigara içen hamile kadın
Çöl ortasında slogan atan çocuk… görseler ne çok şaşıracak
Kapadım yüzüme ellerimi beni şimdi kim bulacak

Kaderimin başına bir iş geldi; yaralıyım
İhmalkar davranmasa gözüm, mızrak ona saplanacak
Senet imzalatılan otopsi müşterisi
İstihbarat örgütünde dedikoducu adamlar birazdan toplanacak
Hangi safta durulur bu keramet karşısında
Hangi yasak kitabın cılkı çıkmadı ki meraktan
Şike yaptık dünyayla bıkmışken yaşamaktan

Oturup ahkam kessem, katılsam yeminli devlet katillerine
Yesem, bir kıza aldığım çiçekleri yesem
Cezalandırılmayacaksa kralların tuvalet kapısına yazdığı küfürler
Bitmeyecekse paydoslarda inşaatçıların türküleri
Annem öldüğü yerden örtmeyecekse üstümü
Melekler saymasın beni içtimanız sizin olsun

Korkmayın… kimse ölmez artık benim gibi bir daha
Birkaç yüzyıl geçince taklidim elbet çıkar
Sırtıma yüklenen bu küstah pişmanlıklar
Radyoda yayın olur


Belki bir gün...


b nokta p

Noter Huzurunda Ölüm

Beni yoldan çevirdiler yoksa gidecektim
Yedi ceddin arasında bana yer bulunmadı
Hem geçmiş, hem gelecek tüm aşkları sınadım
Tahran'da Bolşevik, Moskova'da Humeyni
Beter bir kederde şerhe tabiyim


Yaşamım
Kaza süsü verilmiş bir cinayete benziyor
Affedin beni
Doğmuş olduğum için affedin
Aslında dönmezdim gittiğim yoldan
Hüzünlü çıraklara denk gelmeseydim

Beni kim bulacak bir kaybın ortasında
Eşkalim belirsiz
Cesedimi yanımda taşıyorum
Ne zaman
Sakar bir kasabaya uğrasam
Yanlışlıkla talihsiz, yanlışlıkla ölü
İnsanları
Yanlışlıkla yalnız bir kasabaya
Ağlayarak süslenecek bir çocuğun gözleri
Suçumun üstü kalacak bir kızın ellerinde
Oysa ben de yanlışlıkla sevmiştim yanlışlıkla yaşarken
Cehennemden getirdiğim birkaç kova su
Öfkemi kaynatıyor
Köylülerin köpek kavgalarından
Duyduğu zevkten nefret ettim
Kötülük yapmak için sırasını bekleyemeyenlerin
Acelesinden yapılmış ihanetler asılı
Boğazımda
Hep kalbimden vuruldum yaşadığım bunca yıl
Aslında dönmezdim gittiğim yoldan
Noter huzurunda can vermeseydim

Bülent Parlak