BLOGGER TEMPLATES AND TWITTER BACKGROUNDS »

14 Temmuz 2009 Salı

Sürgün

İthaka'nın patikalarında hep birinin izlerini ararım
ve onun unutulmuş kralını, yıllar önce Troya'nın
kurnazlıktan ötelenmiş kimsesizini;
umarsızca bastığı toprakları düşünürüm,
sabanlarla gölgelenmiş ve yitip gitmiş evlâtlarını,
yazık ki başlıca övüncemdir bu benim.
Yeryüzü yaşamının elvermeyişine karşın, ben, Odysseus'um,
köklerimin derinliği Hades'in karanlıkları arasında
Tiresius'un Thebes'in gölgelerini gösterir
boğuntuyla dolu sevdanın kıvrımlarını açarak
Hercules'ün silüetini karşıma çıkaran
düzlüklerde aslan hayaletleriyle boğuşan
ve Olympus'un doruklarında tanrılarla çatışan.
Bugün -Şili, Bolivar- caddelerinde sürtüp duruyorum

belki üzünçler içindeyim, belki mutluyum
Artık 'Hiçkimse' olmak istiyorum.


JORGE LUİS BORGES

Çeviri:Ulus Fatih

V. / Ferit Edgü

Nerde şimdi?
Ne zaman şimdi?

Ne yer
ne zaman
bir hiç şimdi.

Hiçliğin tanımı mı bu?
Hayır.
İçliğin-belki.


Ferit Edgü

Trenlerdeki Ayna

I
Durdum, aynaya baktım olmadı
Koltuğuma oturup bacak bacak üstüne attım
Gene olmadı
Perdeleri çektim, bu defa hiç olmadı

Kafamın içinde trenler
Bu trenlerle hep bir yere gidenler
İstasyonlar var istasyonlar çeşitli
İstasyonlar var görünmez

[Gözlerinin rengi ela olanlar biraz baksalar o istasyonları
görecekler
Uyurken insan aynada görebilir mi hiç kendini? İşte öyle
görecekler
Çürümüş bankları ve heykel gibi duran bembeyaz kedileri de]

İşte “boşvermişlik” istasyonunda
İndiler, inmesi gerekenler
Ve bindiler, binmesi gerekenler
El ele gezen sevgililer

[Ona bir gün sevgilim olur musun? Dedim
Anlamadım, dedi. Yani bir çeşit varoluş biçimi mi?
Yok. Demek istediğim dünyaya başkaldırmanın bir yolu]

İçimizden dileyelim ki karanlık bir sokakta çay içmesinler
Piyango biletçisinin önünden hızla geçsinler
Şarkı söylemesinler, şiir okumasınlar
Birbirlerine hiç mi hiç alışmasınlar

Hava karardı olmadı
Biraz yağmur yağdı
Gene olmadı
İstasyonlarımı yaktım, bu defa hiç olmadı
[Gazetelerden tren kazaları haberlerini kesip topluyorum
şimdilerde
İçlerinde ölen sevgililer var mı diye merak ediyorum.
Gece uyuyamıyorum
Kalkıp aynaya bakıyorum,
Ve içimden diyorum kendime “son istasyon “ölüm”
Öyle değil mi? Ne çıkar sanki…Tren…Ayna… rötar…
Sanırım benim trenim rötarlı
Onlara sorarsanız (Onlar: Trenlere aynalar koyup kaçanlar)
Kiminin treni biraz rötarlıdır aynalarda
Kiminin-kisinin de acelesi vardır son istasyona]

II
Hiç bilmiyorum günlerden neydi
Aylardan ne?

(Yok ya öylemi? Hadi canım sende)

O yaşlı balıkçının yanına uğradım
Yolumun üstünde de değildi ama uğradım işte
Beni kapıda gördüğünde
Yüzümden ne diyeceğimi anlamış olmalı ki
“Çektiğim muz yiyen insan fotoğraflarına bakıyorum” dedi
“Yok ya öylemi? Hadi canım sende”


Ziya Alpay

Kimse

aradıkları yabancıyı, kimse, içimde buldular
yüzleştirmek için şimdi beni de arıyorlar
kimi kimden çekip alacaklar, bilmiyorum
beni kimde bulacaklar bilmiyorum:
kimdeyim ve bende kim var ki ikimiz sanıyorlar?
bir kez görür gibi olduğum bir rüyanın kapısında
duruyordum, sırtımda pirinç torbası
içini açık unutmuş gecede, yabancıyı o
rüyaya aldılar, pirincim hafifledi, taşı
bana bıraktılar, pirinç de gitti yabancı da!
taşı söze çevirmeye çalıştım ve katı
şöhretini hayatın birkaç sözle hafifletmeye:
- n'olur bana taş atma, öyle ağır ki
benim taşıdıklarım, atamam bile sana! -
pirinci taşla yüzleştirdiler rüyayı gözle
benden yabancıyı çaldılar ve ondan beni,
birbirimize benzettiler bizi: iki kimsesizliğe,
ve az geleceğini bile bile aramızdaki uzaklığa,
ikiye saydılar birimizi pirinç
gibi şımarık birimizi taş yerine fazlalık

atın beni içimden kimse yok artık!

Haydar Ergülen

Gözlüklü Şiir

İyi değiliz gözlük bak durmadan
kırmaya çalışıyorlar bizi hiç iyi
değiliz iki gözüm, bende can, sende cam
bırakmadılar, daha kırılacak ne varsa bizde,
gözlüğü olmayanlar çok mu acımasız oluyor
ne, çekip alıyorlar seni gözümden, öyle
çok eziliyoruz ki gözlük, sen bensiz kırık,
ben sensiz karanlık, nerde insanlık
bizi bu kadar kırmasalar, di’mi cam
dostum, onlara da birer gözlük alırdık!
Ne güzel gözümün önünde olman yine,
sensiz ne gülüşün tadı var ne de bakışın
sen olmayınca kötülük daha kötü görünüyor
gözüme, yumruklar daha zalim, sözler daha
sert iniyor yüreğime, sensiz bu dünya
bomboş görünüyor gözüme, sana gözüm
gibi bakacağım, artık senden başkasını görecek
gözüm yok, bizi görmeyenlere
söyleyecek sözüm yok, bizi çok kırdılar gözlük,
bizi tuzlabuz, bizi unufak, bizi camçerçeve
kırdılar da bakmadılar bir kez olsun can
gözüyle,şimdi hem cana, hem cama göz diktiler,
hem gözden düştük hem sözden, bir daha
kırılamayız gözlük, sonumuz olur kırılmak bir daha,
parçamızı bulamazlar ikimizin de! Ah ne bakacak
göz, ne görecek gönül bırakmadılar bize,
bir güzellik kalsaydı, iki ne dört gözümüzle
titrerdik üstüne, candan içeri olan camdan içeri
derdik demesine de, öyle bakımsız, bakışsız
bıraktılar ki gözümüzü, gönlümüzü, ne can
hevese geldi, ne göresi geldi camın,
biz birbirimize iyi bakalım gözlüğüm,
canım,belki onlar da iyi bakarlar kendilerine,
gözlüğüm, iki gözüm, kemiğim, bu sözlerimle
umarım kırmamışımdır seni, zira çok incesin
kırılırsın, kırılır arkadaşlığın camdan kalbi de!

Haydar Ergülen

Kağıt

Kağıttan ayrılıyorum, burda terkediyor beni
yurdum, burdan ötesi zarfını ağırlaştırıyor
son defa yerine çok yazılmış bir mektubun,
kestim dallarını çünkü arkadaşlarımın eski
sözlerimin yetişemeyeceği bu kayık nasılsa
taşır beni, nasılsa benden once de varılmış
o sahili bulurum, varsın karşıma çıksın
peşinde olduğum şehir, benim de suçum bu
olsun, kağıttan daha ağır olamaz ya,
ev ödevi gibi oturduğum şehirlerdeki
yokluğum: şehrin mektubu gelme bana
elveda Gözdemi bir cümle daha terkediyor
- o cümleyi çocukluğum için kurmuştum-
çocuk ki kaybolmuş bir şiirin nakaratıdır
onu terkediyorum, beklemediğim bir mektubu
terkeden ve terkederken beni ıssız
adası arkadaşlığın, bu gövdeye taşınacak
eski bir ruh arıyorum, bu kağıttan kaygıyı
susturacak ağır bir söz arıyorum, çoğu bana
sayılsın, boş kalsın kağıtta bir yerim varsa

Boşluğuna kıyacağım ne kaldığı kağıttan başka?


Haydar Ergülen

Kuzguncuk Oteli

evimi bir sokakla aldattım, üstümde
ay var bu gümüş semtinde bir sokağın
üçüncü katıyım, deniz bana bakıyor,
ben artık yalnızca denize karşıyım

üstüme gelme ay hanım, Kuzguncuk otelinde
iyilik katına çık, senin konukların ağır,
ben bir anıyı ağırlamakla geçen hayatlardanım

ruhumun bir otelde ilk kalışı bu
aynı, oda, aynı yatak, aynı aynada
birbirimizi ilk görüşümüz, başka veda yok,
üstümdeki yabancıyla uyumalıyım

ruh semtinden kayık açma ay
hanım! sana hazır değilim, senden yanayım
kim taşınsa çıkamıyorum içimdeki evden

Kuzguncuk otelinde iyiliğin katı çok
yıldızlar gibi çık çık bitmiyor ay hanım,
sen bu çocuğu bir yerden hatırlıyorsun
ben bu çocuğu bir yerden unutmalıyım


Haydar ERGÜLEN

Gövdelerin Gecesi

sana tanık bulunur şehre salınmış gövde
kaldır artık şu göğsünden lekesizliği
soyunup başımız önde şehri çıkalım!

dünya beni acıtacak kadar büyükmüş, demek için
küçük yalnızlığını dünyaya bağışlayan!
bakışlara kalplere kurulmuş aynalarda
herkes öyle yalnız ki yalnızlığı bilen yok
ve insanın insana uzun cehenneminde
kendi yüzüne bakacak kadar güzel değil hiç kimse

yüzüne benzettiği maskelerden ağlayan kadın,
inceyken kara kalemlerin ezdiği bir resim gibi
kitaba düşünce kelimenin şerrinden
sevişmekten yorulunca aşktan korkuyor
hayatı başka hayatların çıplak gövdesi

gövdelerin gecesi:benzerinin yüzünde ölümü öpen
ve soyunan yalnızlık korkusuyla benzerlerine
yok çünkü, cezasını bir cezaya ekleyen gezgin
ayna tutup boynundaki ipi kıran yok
yataklar ter kokan cesetlerin buluşma yeri
gölgelerin çiftleştiği şehirde
ben kendimi sevseydim cinayetler işlerdim

ey, yüzüne bakmadan aynalar tasarlayan,
sen de rüzgârın buruşturup atılan bir kâğıt gibi
parçalanmış bir kuş gibi alnıma konmadan önce
şehir tüylerini yolup beyaz karnını paylaşmadan,
sen, aşkına olmayan şehirler aramadan
ve kanatların küllerle ağırlaşmadan

şehrin dışına çık ve tanış benimle!


Haydar Ergülen

Sis

İki şehri var gecenin, biri gözümde
tütüyor, birinin dumanı üstünde yağmur
gibi çöken siste, bana bu uykusuz
şehri niye bıraktın, göze alamadığım
bir şehrin yerine bütün şehirlerdesin,
gece değil istediğin hayli karanlık
bakışlı bir şehrin gözleriyle çarpışmak
hevesindesin! Gözlerini anlıyorum henüz
bağışlayabileceği gözleriyle çarpışmadı kimsenin;
gözlerimizi uzaklıklar değil ki yalnız
göze alamadığımız yakınlıklar da acıtır,
ve gözleri ancak gözler bağışlayabilir,
öyle acıyor ki gözlerim kim bağışlayacak,
sis değil, uykusuzluk değil, iki uzak
şehir gibi ayrılıktan kavuşmuyor gözlerim :
Biri hepimizle gözgöze gibi hala uykusuz,
biri sis içinde kirpiklerine kadar açık,
bu sessizliği kim bıraktıysa, göremiyorum
konuşkan gözlerinde tek sözcük bile,
gözlerimiz birbirine değmiyor gecenin iki şehrinde
Kimsenin kimseye gözü değmiyorsa, şiir niye ?


Haydar ERGÜLEN

10 Temmuz 2009 Cuma

I.
İnsan yaşlandığında
Zamanın akışı da yavaşlar,
Ve kafasında bir leke belirir,
Pencereyi ve birbirilerini
kucaklayan insanların kafasında.

Ve böylece kendini bitirir tarih.
Ama aşk,
Sonbaharın ortalarına kadar sürükler
kendini, aşk;
İki konuşma arasında,
birisi ölünceye dek
Ve sözcükler iki yöne savrulurken
Ve yağmur üzerlerine yağarken.

Hoşça kalın diyerek giden için,
Hoşça kalın diyerek kalan için.

Kentler ve kasabalar arasından süzülen
Ve insana yoldaş olandüşünce,
Kendine özgü ahengi taşıyan düşünce,
Kendine özgü..

Amichai

Viral Akıntılar...(I.Bölüm)

kenelerin acelesi yoktur


kene küçük bir hayvancıktır; büyüklüğü bir ila iki milimetredir…
kene, kör bir hayvandır ama buna karşılık çok gelişmiş bir koku organı vardır…
fakat bu gelişmişlik bütün kokular için değil özel bir koku içindir…
bu koku memeli hayvanların cildinden çıkan asitli bir yağ kokusudur…
kene memeli hayvanların sürtünebileceği alçak ağaçlar
ya da çalılıklar üzerinde yaşar ve sabırla avını bekler…
bütün sıcak kanlı memeli hayvanlar kene için birer avdır…
fakat memeli hayvan ona bütünlüğü ile verilmemiştir…
ancak tek bir işareti ile cildinin çıkardığı koku ile verilmiştir…
memeli bir hayvan kenenin bulunduğu dalın altından geçerse
kene kendisini hemen bırakıverir;
eğer avının üstüne düşerse o zaman bol bir besin bulmuştur demektir…
sonra kene tüysüz bir yer arar;
bu yeri dokunma ve sıcaklık duyusu ile bulur…
kene avının üstüne düştüğü zaman başı ile hayvanın derisinin içine girer;
bu durum, kene yeter derecede hayvanın kanını eminceye kadar sürer;
sonra yere düşer; yumurtalarını bırakır; kendisi de ölür…
kenenin, bu kör hayvanın, avının üstüne düşmesi bir şans işidir…
kene avının üstüne düşmez de yere düşerse,
o zaman yeni baştan alçak ağaç dallara, çalılıklara tırmanacak ve avını bekleyecektir…
fakat kenenin acelesi yoktur…
o uzun yıllar aç kalabilir…

***

aklın uykusu canavarlar doğurur


kumbaraların para kasalarına karşı savaşı sonucu
hepimiz yeni elbiselerimizle kararsızlıklar okulundan mezun oluyoruz…
yalnızca olayların dışında kalmak yetmiyor
unutmayı da teminat altına alıyoruz…
bitkisel bir bilgeliğe doğru attığımız adımlarla
terbiyeli cesetler gibi yaşamayı tercih ediyoruz…
zamanın tümörleri karşısında bir virgül için keyif çatan noktalar tanıyorum…
sözcüklerin canını acıttığını söyleyen şairler nerede şimdi?!.
kanamalı ufuklara dört nala at koşturan
trajedilerimiz olmasaydı ketumluk bir misyona dönüşürdü…

***

çağın sözcükleri

sanat… aşk… din… savaş…

toplumların ileri görüşlü kuklaları olarak içimize hazırlanıyoruz…
hiçbir şey olmuyor sanki…
boş zaman organizasyonları yapan turların listesini hazırlayan insanın
tarihsel bir mirasa sahip olduğunu kim söyleyebilir ki…
her şeyin iki nedeni vardır, dedi
biri iyi bir neden ikincisi gerçek neden
bilemediğimiz hep gerçek nedenler değil midir?!.
...


Salih Aydemir

9 Temmuz 2009 Perşembe

Tımarhane Şiirleri

Tımarhanedeki İsa

Deli değilim, diyor, avucundan çivilemiş kendini isa
Oysa Müslüman bir de üstelik;
anasının adı Hatice
Babasının adı Mustafa,
belki bir peygamber çoçuğu olurdu
Ama tutturdu tanrının oğluyum ben diye
Ve azıttı işi bir öğlen Fatih’teki cami avlusunda
Geceden kurduğu tahtaları çakarken
Avucunun içine saplandı çivi
Cemaat de şaşırdı buna
Bir damla kan göremeyince yerde
Din değiştirdiler hemen ve telgraf çektiler papaya
“ Yakalayın, tımarhaneye atın!” yanıt gelmiş Vatikan’dan
burada yanımdaki yatakta uyuyor şimdi İsa
arasıra garip bir dilde mırıldanıyor
ama hep üstüne işiyor.


* * *

Matem Donu

Tımarhaneden ikinci kattan bir kadın sinirlenerek bilinmeyen bir
nesneye
attığında kendini yırtık donu kaldı ibramın elinde, dikine düştü
aşağıya ve matem donuna dönüştü kumaş parçası ilk önce;
ertesi öğlen haber geldi karşıdaki acil servisten
kadın yaşıyordu ve böylece bir çaputa dönüştü ibramın elindeki
ve basit bir iskambil oyununda şakası yapıldı
bir daha kim atlar diye hafif bahis kokuyordu
herkes ibrama baktı lakin o hala anlayamamıştı
o havada yakaladığı donun lastiğinin kadının
düşüşünü nasıl yavaşlattığını,
ertesi hafta kadın geri getirildiğinde
balkonun çepeçevre tellerle örüldüğünü gördü
“ Kolay “ dedi ibrama “ atlamak.”
“ Bir üst kat daha var burada.”
“ Don giyme ama!”dedi ibram
Fakat kadın o üst kata hiç çıkmadı,
Çünkü donsuzken rahatça işeyebiliyordu koridorlara.


* * *

Kabus Kümes

Geveze bir deli iştahını kaçırmıştı ibramın
“ Döllenen yumurtalar da tavuk götünden çıkıyor ya!”
diyordu, “ Henüz civciv olmadan yiyoruz biz bunları,
horoz dölü yiyoruz aslında.
”Yumurta doğuran kadınlar düşledi ibram hemen
ve caydı bundan, imkansızdı bir horozla çiftleşmesi bir
insanın ama dedi kendine az da yoktu köyde tavuk beceren
ve tavuğa baktı masadaki, midesiyle beraber kalktı
kenefe gidip kustu, öğürdü.
Yorgun gitti, yattı uyudu.gece rüyasında kümeste buldu kendini
ve bir tilki gelerek yiyince onu
gülerek uyandı kabusundan.


* * *

Hamlet

İlk gece zordu burada, yataktan kalkamadım
Ve son gece de zordu burada dışarı çıkamadım
Geldiğimde aklım başım yerinde değildi belki de
Çıkarken geri döndüklerine sevinemedim
Bir adam vardı burada eski hakim
‘ Sarı dosya sarı dosya…’ bağırırdı her akşam
başka biri fırıncıydı bir gün kızıp kendini atmıştı ateşe
iyice pişmesini beklemişlerdi herhalde ki
yanık yaralarıyla doluydu bedeni
ekmek yemezdi hiç,
buradaki hemşirelerden birine aşık olmuş
başka birisi de vardıdelirmek için bahaneler bulurdu
akıllı bir adamdı, ama attılar dışarı
ve bunun üzerine delirdi gerçektende
bense neden geldiğimi unuttum şimdi
iyileştiğimi söylüyorlar
oysa anımsamak isterken her şeyi
burada olmadığımı biliyordum zaten.

Leon Felipe

Kehanetler

İnsanlar, kendilerini duymayan insanlara seslenecekler:
Gözleri açık olacak ve görmeyecekler;
onlarla konuşulacak ama yanıt alınmayacak.
Kulakları olan ama duymayan birinin affına sığınılacak.
Bir köre ışıklar sunulacak ve çığlık çığlığa, bir sağıra yakarılacak...

LEONARDO DA VINCI
Türkçesi: Samih Rifat

Çivi

Kalbimi taşa
taşı canıma
canımı suya
suyu içime gömdüm.

Artık aşk gibi içiyorum reis!

Takalarını tuka yaptım
bütün deliklerine mantar tıkadım.
Sahtelikten, iğrençlikten
pislikten, riyadan, erkeklikten
lime lime olmuş yelkenini
açıp yıldızkarayele
hayvan gidişini seyrediyorum
ruhumun altın tepelerinde.
Dinamitler düşlüyorum reis!
Denize dağılmış
tahta parçalarının sırtında
çırpındığını görüyorum
en mutlu olduğum kabuslarımda.

Kararlıyım anarşist olmaya!

Ağır bir demir kapı gibi
kapadım hayatımı sana reis!
İnleyen yüküm
kavuştukça pervazına
artıların
bir kanca gibi tutunduğum çüküm
yetmiyor rüzgarlara.
Güm!
Güm!
Metruk bir ev gibi
vurdukça kanadım
çiviler gibi
fırlıyor yerinden
üzgün kemiklerim.

Aykırılık bir türlü ölmüyor reis!
Ölüm
ölümü özlüyor
ama olmuyor
canım bir türlü ölmüyor reis!

Kararlıyım başına uslanmaz olmaya.

Ele avuca sığmaz
Bir şeytan çekici
- Çın! Çın çınlatarak
tersini içini
göğün altından geçiyor geceleri.
Heyula bir örse yatırıp bedenini
Tımar ediyor kemiklerini.
Yıldız tutup içinden
Kayıyor kendi boşluğuna doğru.
Hırçın bir ay doğuyor reis!

Tahtını
ayakları gıcırdayan böcekli tabureni
sallayıp duruyor serseri bir çivi.
Yak şimdi herşeyi reis!
Tam sırası Nero'un.
Dök üstüme bir bidon emir!
Daya bir tabanca gibi kibriti alınma!
Çek kavını!
Dişlerin gibi gıcırdasın ucundaki ağu.
Yanan cesedimle yak cıgaranı.
Taze bir bok gibi tüt reis!
Taze bir bok gibi!

Yangından çıkmış çivi
Düzelmez...kırılır.
Her gece
tepemden ayak ucuma
içinde çivilerini de yakan
zaten bir yangınım reis!
Farketmezi oynuyorum
Dünya'nın bütün
Burkulmuş, kanıtılmış parçalarında.
Bir tazı gibi
koşuyorum da tutamıyorum hayaletlerimi.
İstedikçe cırıldıyor hayat.
Asi ve kaçan herşey
sıkışıyor bir karakutunun içine.
Ara ki bulasın
kendini kırmadan değerleri.

Ben ki,
Bin pişman çivi!
Kopmadan başım
ne olur
çekin beni!
Çekin beni!

Süha Tuğtepe

Bahar Ayini

Nevruzda bulut yıkarken laleyi çiğ taneleriyle
Kalk, doldurarak çek kadehi
Seyreylediğin şu kır bitkileri
Yarın tümü senin toprağından fışkıracak...

Lale misali Nevruz'da kadehi eline al
Birde yanına gül yüzlü bir yar al
Bakarsın ansızın almış toprak
Felek bu, kanma, sevinçle meye dal

Rintlerin yollarından, başka yol takip etme.
Meyhanelerden gayrı, başka yerlere gitme.
Yaratandan badeden gayri şeyler arayıp
Kederin rüzgarında, ömrünü talan etme

Bak işte, cihandan ne kazandım? Bir hiç.
Geçmişten ne kaldı elimde? Bir hiç.
Meclislerin mumu, ışığı olan bendim, söndüm!
Parlak kadehtim, kırıldım, döküldüm; yine bir hiç.

HAYYAM

Muhtelif Hüzünler Geçidi

her kentin bir delisi var
her aşkın bir soytarısı
sarhoş günaydınlar yol alıyor sabaha
içerden yeni çıkmış bir hüzün
bilmiyor nasıl yer bulacağını
arta kalan kırıntıları topluyor güvercinler

bu şehrin güvercinlerini acı kırıntıları doyuruyor

kurtuluş sokaklarında rüzgâra karşı çıkan saçlarım
dolapdere’ye düşen bir yalnızlığa dönüşüyor
çıplak mankenler karşılıyor beni sabahları
ve işçilerin mazot karası elleri
ceplerinde şeker olmayan tulumları onların

bakkalın karısı kaşarlı tost kokuyor
iki paket sigara, bir küçük şişe su
bir de sokak pohaçası

her kentin bir köprüsü var
her aşkın bir merdiveni
annesiz çocukların mayısa isyanı bu
kanatlanmış kelebek
görmediğim gelincik
sahi o zehir zakkumbir gün odayı ele geçirecek
açık camlardan içeri girecek hayat

kendimi taşıyorum bir hüzünden bir hüznei
nanmak ne zaman lükse dönüştü
neden taksim’de sıkışıp kaldı bakışlarım
oysa galatasaray’dan sonra genişliyor herşey
yolun sonu tünel
ordan galata, köy karası
sonra eminönü ve sarayburnu
sonra yine o güvercinler

beni aşıracaklar
adım gibi biliyorum bunu
muhtelif hüzünler geçidine katıyorum neyim varsa
neyim varsa hepsini bölüyorum ikiye
yaralandıkça yarım kalıyor yarımlar

bu aşkın tamamlanma ihtimali yok
herşey koşar adım ölüme gidiyor

bu kentin de suçu var gözlerim mezarlık taşıyorsa
bu gökyüzünün desenin de suçun var
her gece bir çiğdemi eziyorsa ayaklarım
hele cumartesiler nasıl saldırgan nasıl alıyor hırsını kalabalık cumaların
sarılıyorum kederden kanayan sol göğsüme
sol göğsüm yatağın
uzun uykulara derin daldığın
hiç ele vermiyor kendini
hiçbir şeye benzemiyor ucundaki acı

ben çarpım tablosuna denk düşmeyen
bir sonucu taşıyorsam içimde
feriköy mezarlığı’nda
çoktan ölmüş bir kadın için ağlıyorsam
ağzımda taze şarap kokusu
bütün kanalizasyon çukurları
bizi denize ulaştırır sanıyorsam
casusu gibi görüyorsam
cama yanaşan kumruyu
sevmiyorsam artık
her seferinde ah çektiren vapur yolculuklarını
üsküdar’a gitmiyorsam
beşiktaş’ta yaslanmıyorsam bir ağaca düşmemek için
her çıkmazın sonunda uçuruma dönüşüyorsa sorular
bu kentin de suçu var beni ölüme bağlıyorsa hayat
sizin de arka sokaklar kadar

bir saksıya neden yakışır saks mavisi
ve niye ölür sonra bir çiçek
bu cam neden bu kadar davetkâr

herkes hangi yitirilmişin peşinde
anlatmalıyım kaç zamandır benden kaçtığımı
nerde yakalandığımı kendime
teslim olmalıyım işlediğim suçlar için
bir sandal gibi açılmalıyım sessizliğe
tophane’den yürüyerek inmeliyim amerikan pazarı’na
ama nargile için vakit yok
yok artık vakit özür dilemek için
ve yeniden yapmak için yıktıklarımızı

ben bu şehirde soyumdaki soysuzluğu avuçlamışsam
ellerimde dolar ellerimde mark
karşılıksız çeklerle yargılanmışsa bir adam
ve varsa bütün bunların karşılığı
uzun zamandır ellerim çatlaksa
ve yalandan okşuyorsa krem ellerimi
her gece düştüğüm merdiven
hâlâ musallat oluyorsa rüyalarıma
suyun da suçu var her yere aktığı için
ay’ın da saklandığı ay ışığında

her kentin bir dilencisi var
her semtin çarşı pazarı
haraç mezat selamlar esirgendikçe üzerimden
her gece bir tank çiğnedikçe yüreğimi
gazi mahallesi’nde hoş geldin demeye hazır panzerler
ve neden diyen pencereleri evlerin
kanlı bir tabloyu anlatıyorlar

çocukların suçunu alıyorum üzerime
onlar masum
onlar camları temizliyorlar
oysa kirli olan camlar değil
oysa kir, nasıl yakışıyor ellerime
tırnaklarımın arasında sözcükler
onlara da inanmıyorum artık
her cümle hedefine kilitlenmiş bir roketatar

yürek çoktan yitirmiş yörüngesini

her kentin bir meydanı var
her meydanın bir barikatı
galatasaray’da çocuklarını arıyor anneler
gül yerine dikenle karşılıyor onları
çelik zırhlı bahçıvanlar
ben annemi aramaktan geliyorum
çocukları topluyorum başka bir meydanda
hadi ‘geride kalan çocukluğumuzu istiyoruz’ diye bağıralım
hadi pankart açalım
menziline girmiş ayrılıkçı sevgililerimize

içine sığmadığım öteki siz

sizin de suçunuz olmalı
buruşuk bir çarşaf gibi örtüyorsa yeryüzünü gökyüzü
sigara üstüne sigara içiyorsam
açıp bakıyorsam ciğerlerime bir kuytuda
kuytuda bir kuyu oluşturmuşsa onca nikotin
onca izmarit
saçlarıma dokunuyorum da
mısır püskülü sanıyorum elime geleni
parmaklarımda hastalıklı bir renk
renkler de hastalanır mıymış
ilk defa duyuyorum
evet şizofren oldu sarı
ve nefret ediyor maviden
yeşil yıllar önce yaralandı

yıllar oldu yıllar
yıllar yollardan daha uzaklara götürdü beni
kimse getirmedi aldığı kitapları
suçlusu bu kenttir biraz da
ışıklar açık kalıyorsa
musluklar bozulmuşsa
aylardır ödenmediyse elektrik faturası
bu kadar hazırsam karanlıkta kalmaya
hayvanları sevmiyorum

sevmiyorum iki ayaklı hayvanları

çocukluğumun elma ağaçları
ve çıplak ayakla tırmandığım dalları o ağaçlarınki tırmandıkça
gökyüzüne dokunacak sanırdım parmaklarım
düşmek korkusu eskiden böyle değildi bende
değil mi ki kendime gitmek için
en az iki kat inmeliyim yerin dibine

toprakta kaybolmuş bir patatesi yeryüzüne çıkarmanın
ayçiçeğini dalından koparmanın
ve kireni bilmenin mutluluğu
utandırıyorsa yüzümü
bir bit yeniği arıyorsa şüpheyle katmerlenmiş yüreğim her sevinçte
biraz da suç ortağım değil mi bu kent
ben miyim tek katili kendimin

akrebin onuruna saygı duyan bir gölgeyim
ölmek, öldürülmekten daha onurlu çünkü
gitmem şimdi kim vurdulara, gitmem
dinletilerde sağır kulaklarım
gören gözüm diğerinden daha kör

isterse sıkıştırsın bu kent beni sokaklarında
yapsın, korkmuyorum olacaklardan

size kalacak bize düşmeyen gökyüzüsize
kalacak kentlerin geniş meydanları
en güzel koltukları sinemaların
galalar, kokteyller, sergiler

açılışlarda satın alınmış bir gülümseme
yalanlayacak gerçek sandığınız hayatınızı

sizin olsun
bir araya gelmeyen iki yakasıyla bu kent
köprüleri sizin olsun
aylardır ayak basmadım ikisine de
denizi sizin olsun

sizin olsun istiklal caddesi ve beyoğlu şiir cumhuriyeti
kız kulesi sizin olsun
size kalsın efsanesi
size kalsın kapılarıyla bu kent
bütün tepelerine dikin zafer bayraklarınızı

ey elden çıkarılmış dairenin
çapı gittikçe daralan sahibi
ey sahip yeni sahipbiraz daha kalantor bir gelecek
biraz daha vergi, boya badana
biraz daha bahar temizliği çoğalıyor sana

ben bu kenti artık sevmiyorsam
kentin de parmağı olmalı bu işte
bir yanı size dayanmalı nedenlerimin

nedenler çoğalırken nedensizce
büyümeyi hissediyorum

susuz kaldığım akşamlarda
menekşenin toprağından çekiyorum suyu
sana anlatmıyorum hiçbir şeyi
şiir yazmıyorum
bu bir şiir değil
bu bir ceza defteri
kafka’nın ceza kolonisi’ni görmek istiyorum
o şehre gitmek, orda ölmek, ölmek orda...
ölmek... orda... istiyorum

intiharın tereddütüya ölemezsem sorusu
bir tabuta omuz atmak istiyorum ölmeden
ey eşyalarıma dokunan yabancı parmaklar
ey imzasız azrailler
can alıcı tırpanlar
ey herşeyin düşünürü adorno
ben bu kentte
gökyüzünün altında eziliyorsam
yoruluyorsam kendimi dinlemekten
bir suçu olmalı çarpık kentleşmenin de

izinsiz sevmelere sıcak bakmıyor devlet
şenliklerle yıkıyor gece konanları

ey benim yüreğine gecelerden konduğum
ey bakışlarının kışında üşüdüğüm sevgilim
ey tuzaklarına bilerek düştüğüm avcı
ey benim ey demeyi marifet sanan dilim
ağzımda acı bir küfür dolaşıp duruyor
kendimi ne yapacağımı bilmiyorum

her hayat sıfırlamalı kendini
dışardan bakınca görünmüyor iç
teslim ol çağrısı yapıyor ölümün erleri
teslim ol! direnme!
ya da gelip alırız
alırız içinde büyüttüğün kır çiçeklerini
kır mı kalmış kentlerin kara caddelerinde

ama biz solduk
ama biz solalı çok oldu
suyumuzu değiştirmedi hayat

gittikçe azalıyor derinlik
sığ sulara gömülüyorum boğazıma kadar
çekti bende yaşanan hayat
boyu kısaldı
‘metresi kaça bu kumaşın
pek güzelmiş pek de parlak
üzerimde dikmeyin
aklım sağlam kalsın’
başımın üstünde dualar
piknik tüpünde üzellik otu
sinmiş kokusu yataklardaki sidiğin
annemdi beni nazardan koruyan

evet annemdi en büyük düşmanım
annem: doğubeyazıt’lı kadın
köşesinden buzlar sarkan bir odada
soğuk suyla yıkarmış beni

babamda ne doğdum diye sevinç
ne ölsem diye beklenti

babam koruyucusu devletin
bıçakla sünnet ediliyor kızlığımız

devlet bize sahip çıkmıyor sevgilim
Allah hüznümüze zeval vermesin

cuma ertesi hep kanatır içimi
acımasız bir kasap gibi yatırır beni masaya
narkozsuz bir müdahale kalbime
yüzümden anlaşılmayan bir kanama
belki de bu baş dönmesinin nedeni
sizdeki müteşebbis ruh
sizin hali hazırda gidişleriniz
giderken dönüp bakmayışınız
bakıp da görmeyişiniz beni

iskele han kat:2 kadıköy
istanbul/ türkiye/ dünya

ötesi var mıydı sekizinci kattan atlamanın
‘bağışla sevgilim üzdüysem seni
bak aylardan nisan, ayın on altısı
kar yağıyor inanılır gibi değil
hem aşağı inip alacağım seni
özenle kazıyacağım bedenini kaldırımdan
hadi sevgilim üzme beni
bırak öldüreyim seni bu karlı gecede
ikimiz için de iyiye işaret bu
hadi direnme

’sustum
susmak kadar güzel değildi konuşmak
nedense sevdim kahverengiyi
gride olmayan bir şey vardı

belki hiçbir renkte yoktu kahverengideki hüzün

oysa daha dün yüzümü tarif ediyordu bir adam
tanıdık geliyordu bu tarif bir yerden
derken yüzüm düştü
bin parça oldu yüzümden düşen
seni anlatacaktım olmadı
kapandı bir yara önceki gece
kabuk koptu
sen güldün
nedense
ılık bir şerbete benziyordu gülüşün

yağmur yağıyor
bunu sana anlatmalıyım
yeni bir tanım getirmeliyim her sözcüğün varlığına
nesnelerle kardeş olmalıyım
anladım sonunda
bırakmalıyım istediği gibi döksün içini musluk
kapı istediğini alsın içeri
istediğine evde olmasın

zavallı balkon üşümüyor mu yaz kış
onu da almalıyım odaya
suyu yıkamalıyım
evet yıkamalıyım suyu
yıkamalıyım mutlaka‘

biraz sessizlik sana iyi gelecek
bir yerlere mi gitsen
dönmesen mi hâttâ’

nasıl? olur, tabii... nasıl istersen...
bak nasıl uysal oluyorum bazen

“ama birtanem
tabi ki mektuplar yazacağım sana gittiğim yerden
mesela diyarbakır’ı anlatacağım dar sokaklarını
yıkık surların önünde ayakta duruşumu
sonra mardin, urfa gidebilirsem van’ı
ve belki ağrı’ya kadar
tabi seni anlatacağım tanıştığım insanlara
istanbul’un içinde başka bir istanbul var diyeceğim

”ah evet
şiiri unutmam giderken
ışıklarını da söndürürüm kalbimin

dönebilirsem gelirim
ama geç kalırsam
bekleme

yeri doldurulmaz hiçbir şeyimiz kalmadı artık

Derya Önder

Başkalaşım

"arasak bulamayız gölgemizi
hangi suya baksak namevcuduz." (c.s tarancı)


/

damarlarımdan
çalımlı ırmakların gökyüzüne değdiği yerde
vaz geçtim.
bi’bahar sabahıydı (anımsıyorum)
kumruların sustuğu bi’sabahtı.
çalımlı ırmaklar gökyüzüne boşalıyordu.
gördüm.
utandım.
damarlarıma baktımaynı tonda akıştılar.
gökyüzü gibiydi içim.
aynı ıslaklıktılar aynı genişlik
biri birine karışıyorlardı
da ben kaçırıyordum aklımı.
kuşların kanatları vardı.
herkes bilir bunu.
ama ben içimdekileri
diyorum:
kanatsızdılar. gördüm. kıskandım.

geriye doğruydu her şey.

suyu tekmeleyen bir çocuktum da sanki bi’kadının rahminini
oyuyordum.
mezar kazıcılar
günahlarımın affı için dua ezberliyorlardı: yüzüme bakarak.
tef sesi gerginliğinde
kanun sesi katılığındaki yüzüme.

geriye doğru bi’akışta bütün ırmakları kanımdan geçirdim
neye baksam iğdiş edilmiş masal kokuyordu her şey:
çizmeli kedi kırmızı başlıklı kızın ırzına geçiyordu.
altı cüce kurtla dansa başlıyordu.
yedincisi rapunzelin peşinde.
ben vaz geçiyordum damarlarımdan
her şey kör kütük karışıyordu diğerine.

balonu üf’leyen çocuktum da sanki bi’kadının nefesi ile
uzuyordum göğe.

vaz geçtiğimi sanıyordum damarlarımdan.
“hiç olmadılar ki vaz geçesin” diyene dek onlar.
onlar ki yüzümde buhurdan ve efsunla türlü çengideydiler.
dert ehliydiler sonra:
“armudi kemençe sesi kadar yoksun”
dediler.
“ben yok olansam siz kimsiziniz” dedim.
sustular. kanatları vardı.

çocuktum sanki.bi’kadının yüksek topukları ile kanatıyordum
masalları.
uzayan saçlarının kurtarıcılığını
eril bi’güce bağışlıyordu rapunzel.
kendisini kurtaranın kendisi olduğunu bilmeden!
çocuktum. kadınlığa özenen bir ruj rengiydim her yere bulaşan.
kendimi yok sayıyordum da böylece kendim oluyordum!
“hiç olmadın ki yok sayasın” diyene dek onlar.
rapunzel kesiyordu saçlarını.

durdum.
gece oluyordu.
her şey olmaması gerektiği zamanlardaydı.
yağ döken bi’çocuktu kumru: sesindeki yakarıştan anlıyordum.
yüzümde kıptî: “geceler dişidir” diyordu.
ben gündüz
oyunuydum.
udi
tanburi
kanuni
çekip gittiler yüzümden
flüt sesi kararsızlığında kanatları vardı.
gece oluyordu:
bi’ırmaklara baktım. bi’göğe
damarlarım mı?
onu boş verin:
kendimi ayak parmaklarımdan astım!

hiç (bu kadar dişi) olmamıştım/


Ela Dincer

I.
Eriyik bir maden bu bacaklarımızın arasındaki..
Solungaçlarından zimmetli bir balık..
Ya günahı uslandıracağız
-Ki yosmalığın gereğidir günahı devşirmek
Ya da işlenmiş miğferleri koşacağız
Çarşaf mezarlığımıza.

II.
Bu kapıyı şimdi sen aç,
Aç ve gör tırnaklarına boyadığın gökyüzünü!
Ve mavi,
ve mavi şipreli oynaşır
kasıklarımızda.

... . . (satacağım noktalar için bir parantez daha!)

O bol çığlıklı balçık hasadında,
Gökyüzünü kusan
güneşi gördün mü!. . .!

(-Bu yüzden içimde biriktirdiğim çocuklar var,
güneşli çocuklar-)

Her saniyede ban-a senden...
Kibeleden daha fazla..

III.
Gür ölülerle nefes alan bir âşık,
İki meş'ale yaktı
taş tapınakta.
Birinin adını koydu:(...) *
Öbürünün adı kendi adı: Ekrem
Sonra kırdı iki kulak memesini
birden.
Sıkıştı mumların ceddine
Ve ceddini sürdü
Mısır ununa soyunmuş süngüye.
Sonra âşık,
Bir şairin eskizine bastı
adamakıllı.
Eskiz iki günah oldu:
Umut/Şiir.
İki günahı birden işledi
âşık düşünüp.
Ve meş'alenin yedisini birden
söndürdü usulluğunca,
Parmak izlerini döküp.
* üç nokta
(Bu hikâye bir yalancıdır, yazanı hiç olmadı zîra...)

Gözde Burcu Narin

Ve Ejderha Dirildi

I.Sen ey kanımdaki şeytanı ateşleyen!
Hüküm sürdüğüm toprağıma hoş geldin;
sefalar getirdin bağıma, bahçeme!
Şimdi ben şerefine bir incir tohumu attım,
en verimli yerime.
Sana üzümler topladım şarap için.

Bu gece en güzel şarap kadehleri
kırılacak avuçlarımızda
ve çatlayacak bedenim,
bölünüp çoğalacağım siyah saçların için.
Sen ey şahlanan damarımdaki kırmızı!
Sormayacağım,
şimdiye kadar neredeydin,
çünkü biliyorum,
geçtiğin tüm yollar benim için.
Ve benim içtiğim tüm sular,
onları akıttığım eller,
beni duvardan duvara seren,
çarptığım aynalar senin için.

II.
Sakın kıpırdama;
ürkütme şiiri,g
eceyi ve seslerini.
Sen ey enseme üfleyen karayel!
İpin bir ucunu Ay’a,
diğer ucunu Güneş’e bağlamıştım ben;
sallanır dururdum günle gecenin ki
sanki, çöl ile buz dağının salıncağında.
Ta ki sen,
zamanı durdurunca, işte tam
o an gördüm;
şairlerin anlattığı,
takvimlerin tarihsizliğini
ve haritaların adressizliğini.
Sen tarih,
ben coğrafya,
gez bende, dolaş,
oku ve yaz bedenimde kurulan
yeni yasaları.

III.
Kimin düşü, kimin düşsüzlüğüsün
gecenin eriyen damlalarında?
Bir saklambaçtan arta kalan
küçük bir kız çocuğu çıkardım omuzlarına.
Yasadan bahsetmişim az önce,
siktir et!
Bütün yasaları suya,
kendini toprağıma at!G
irilmemiş ormanların kuytuluklarına girdik
az önce,konuşma.
Bildiğin hiçbir kelime yetmeyecek bana!
Sen ey doğuramadığım oğlum!
bastığın kuma dikkat et,
bir serap olabilir bu gördüğün yeşillik.

Saçları rüzgârda savrulan bu kadın,
çözülmemiş düğümlerin sahibi olabilir.
O düğümler ki,
kimi kuyu kovalarına,
kimi hilâle atılan hamaklara bağlıdır.
Sen ey fırtınaların şaşırtmadığı rotam!
Bekliyorum işte gel çöz şifremi
ve kilitle beni ömrünün kasasına.
Kalayım orada,
ışığının saflığında.
Konuş şimdi,
sana yeni bir sözlük verdim.
Kimse duymasın, görmesin, bilmesin, koklamasın.
Sen ey kanımdaki şeytanı ateşleyen!

Aylin Güven

Sus

bir şeydir
karda çiçek açması ağacın
tersine aktığında su
renksizliğe meydan okur
damardaki buğu

yazgısına uyanır dal
sabrına sağır
…özde isyankâr
siyahla beyaz arası bir yerde
…..sancıyı ağırlar

‘sus!’der
şiir ülkesinde bir şaman :
‘sesinin sessizliğine bağışladım seni
konuşursan
kanayacak doğmakta olan zaman’

Naime Erlaçin

Mana

1.
Sen bir hiçsin gerçek!
Kimseninsin!
Rezilsin!
Kaybolmanın bile
Bir anlamı yok içinde!
Ne geçmişte.
Ne gelecekte.
Katlanamıyorsun hayalin”ha”sına bile.
Geri dön sen
Geri dön, ananın “a”sına!
Sen bir hiçsin gerçek!
Aldanmışların fır-dönen pusulası
Kayıp yolsun!
Savaşçıların
Katillerin
diktatörlerin
erkeklerin
modern tarihisin!
Kan çiçekleri açıyor kıyılarında!

Büyüyorum işte hepsini
Serseri bir çocuğun ruhunda.
Emdikçe incelen parmağım
Halen üşüyor ağzımda.
Artık büyümenin de bir anlamı yok…
Şaşırmış
Hırpalanmış,
Aradıklarına gezegen bir zerre
Dönüp duruyor
Öylece
Verili
Tanımlı çekim alanlarının dışında bir yerde.
Sorguluyor artık elektronlarını bile…

2.
Sen ey şizoit meteor!
Eskiden
Yıldızdan yıldıza düşerdin.
Küçük çukurlar ardında.
Bütün “yeryüzü parçalarından”
Gürültülü geçerdin.
Güzel seslerin ve harflerin
öpüştüğü ay geceleri
gümüş bedenli bir soytarı gibi
eğlendirirdin yalnızlığını.
Düş-fırtınalarına binmiş
Kıyamet bir bulut gibi
Sulu-kuru uçup
Uçulacak bütün “gökyüzü parçalarını”
Konardın çıplak ıssızlığa.
Gerçeğin umurundan bile geçmezdin…

3.
Kalmak ne feci uzak anne!
“Hayat sen ne fenasın!”
Kahroluyorum
bu hareketi az yerde!
Kör-kulağı gibi aklım tıkırtılarda.

Geleneğin
yerleşmenin pembe götlü kraliçesi
oturuyor üstümde…
Uzak anne!
Merak anne!

-Buralardan da gitmeli…

Gerçek seni
Yakalayıp her ıssızlıkta
Cırıldata cırıldata halletmeli…

Süha Tuğtepe

Ne Gelir?

Senden sonra ne gelir? Bir martı örneğin: İnatla,
inatla uçardı ufka; kimbilir belki de intiharıydı,
ölüm ki ne güzeldir o an mavi üstünde!

Benden sonra ne gelir? Kalktığım masada bir kadeh,
biraz dudak izi kenarında, çatalımın boynu bükük;
adisyonumuza ayrılık eklenmiş mi? Anılarımı bahşiş bırak!

Bizden sonra ne gelir? Suskunluk: Günler utangaç,
masalarda tek? lik ve aşka kadeh kaldırılmayacaksa
panoramasında kalabalık görüntü içinde yalnızlık!

Bu aşktan sonra ne gelir? Martı konar bir adaya,
masamız temizlenir, yeni bir çift oturur aşka,
silinir dudağımın tuğrası, çatal mestolur kadın elinde...

Gelirse bizden sonra tarih gelir; çünkü her aşk tarihtir

CENK KOYUNCU

Düş

Düşlerimi ağırladım gecelerce
kırlangıçların hüzün zamanı çekildim
kovuğuma ve konuğuma sunduğum
sır kabuslarımın kılıfı kalır içimde...

Kendini beklemekten yorgun iskeleyim
su, şırıltısını dinleseydi ben
sana masal olurdum, yıldız olurdum
ay bölerdi düşlerini, düşlerim teninde!

Sana sunulmamış bir ben vermekti
en büyük düşüm! Düşüm kurumuş
senin sevdiğin çocukmuş, alışırdım
bir çocuğa senin için çalışırdım...

CENK KOYUNCU

Yatınca Uyunuyordu Eskiden

sen ses verdiğini mi sanıyorsun
sesin tanrı olmuş, senliğin hiçbir şey

tanrının yokluğunu ne(y) mi sanıyorsun
Allahsız olmuş şenliğin
ötücü kuşlara ne ödedin

birikimler süpürülmeli biraz
bu ilk adına her şeyden acizsin diye değil
yalan senin gazoz kapağındı ama
sayarken ellerin
bil ki
kaçtın sahi

bozuldu oyun
boyun uzadıkça kılıç keskinleşti
sen kestin sadece boynunu

neden sırada kalmıyorsun evlat gibi
ayrışmış gerçeklerin kimliği adına
ibrahim değildin
dağlar, karlar ve çıkarlar adına
kimliğindeki uzaklar değildi ismin
sahi

sayıyorsun seni ama oyun bozuldu bil
birikimin süpürülürken bu ilk adıma
birer birer sayıyorsun

ses verdiğini biliyor benlik
ama sen o sesi verdiğini [neçe] bilirsin
sesin tanrı, senliğin hiçbir şey
kendini yeter mi bildin
bu seste de kendini tanımazlığa
irkilme
detone oluyor mevsimin

ses verdiğini sanıyorsun
sesin tanrı olmuş, senliğin hiçbir şey
yatınca uyunuyordu eskiden
ve gerçekten
yatınca
kendi teninle insanca bile
ölebilirdi ismin..

Ömer Serdar

Biz

I.
Ve biz,
Biz yaşamı sınırsız severiz
Ve
İki şehid arasında raks ederiz
Onların arasında menekşeler için,
minare ve palmiye ağaçları dikeriz
Biz yaşamı sınırsız severiz
İpek böceğinden bir tel çalarak gökyüzüne çiçek deseni öreriz
Ve kaçış için bahçenin kapılarını aralarız
Ki yasemin çiçekleri tüm caddeyi kaplasın
Güzel bir gün gibi,
Yaşamı sınırsız severiz
Nerede olursak olalım geçtiğimiz yere bitkiler diker
Ve ölülerimizi yerden kaldırırız
Ve rengin ıssızlığında
Uzakları okşarız
Uzaklar
Toza,
toprağa karşı bir at’ın çığlığını soluk yaparız kendimize
İsimlerimizi taştan,
taşa kazırız
Ah, ey aydınlık
Aydınlık sun
Geceye

azcık ışık sun.
Biz
Yaşamı
sınırsız
seviyoruz…

II.
Ben Yusuf'um baba
Ben Yusuf’um baba
Baba! Kardeşlerim beni sevmiyorlar
Baba! Beni aralarında istemiyorlar
İncitiyorlar beni
taş ve laf atıyorlar bana
Beni övmek için ölmemi istiyorlar
Onlar evinin Kapısını yüzüme kapatıyorlar
Tarladan kovdular beni
Baba! Üzümlerimi zehirlediler
Baba! Oyuncaklarımı kırdılar
Rüzgar estiğinde ve saçlarım oynaştığın zaman gıpta ettiler
Üzerime yürüdüler
Sana karşı da hiddetlendiler
Ben onlara ne yapmıştım Baba?
Kelebekler kondu omuzlarıma
Başaklar eğildi karşımda
Ve kuşlar avucuma kondu..

Onlara ne yapmıştım ki Baba?
Ve neden ben?
Sen bana Yusuf ismini verdin
Onlar ise kuyuya attılar beni
Sonra Kurdu suçladılar
Oysa kurt kardeşlerimden daha merhametlidir

Ah Babacığım
Birisine karşı suç mu işledim?

Sadece
Rüyamda onbir yıldız gördüğümü,
Ve ay’ın, güneş’in karşımda secde ettiklerini söyledim.

Mahmud Derviş

Meydan Sokağı

El yordamı ıslıklarla fırlıyoruz
ölümüne atlıyoruz kürsülerin üzerinden
geçiriyoruz tırnakları zembereği boş pankartlara
şafak yok!
Yeni düşlerle yürüyor yeni öyküler.

Akışsız bir hırıltı sırtüstü yatmış
kuyusuyu ıskalayan çeliksin boğuluyorsun
kedi boğazında ahı mor salkım
dişleri dökülüyor ahşabın,

-say ki ateşle çevrelenmiş in
akrep gibi kendini sokuyorsun-

varlıklar adını alıyor varlıklardan
sebepsiz edepsizlik salınan güzelliğin
hani şöyle bir omuz olsa çıplak bir omuz
bir trenin terkinde sabahı uykusuz.

İştahla basıyor ayaklarım yere
kaygan zeminde ufalanıyor
ilk soluk
ilham perilerinin fısıltısı dönüyor havada
kocaman bir yoklama defteri gökyüzü
göz kırpıyor yıldızlı satırlarda ihanet
birazdan yağmur iner
gezmeye çıkmış gibi davranır iri damlalar
yüz ağartan bu ağıl bu ağır kahır
bu kanlı fasıl bu görgüsü kıt ışık
gözlerim şimdi büsbütün açıkallanıp yapraklanınca içim
gösterişe kalkar koynumda deniz atları
koyup gider sıcağımı
kanar kıskanç ilk yaz,
kanar gelincikler
dalgalanır kuzgun tüyler,
kanatlanır öfke
bir cam güzeli bilirim lacivertte kayan bir hisse
uyur uyanır alnında açar her gece
yak yelkene can veren rüzgarı
unutulur tasalar gün yükselince

kayalarında yeşerir mezarım
yeni sürgün fışkırır zeytinden
bir kuş ağzını çalkalar denizi görmeden
gayri resmi yangınlarda çarpar alıcı yürek
yerin yüzünü biçer döverken devlet

Nefise Pınar

Adsız

söz dilenmeyi bana mahrem eden dilim
söyle
şimdi ben neyim.
yada yazsam ya da yerine
yağmur taşını anlatır gibi mi olurum.
bir ahlakçı değilim ben
neye inanırım daı
slatır içimi gök.
onu söyle!

şimdi neyim ben
gerçekliğinden şüphe duyulan soyut bir hırs!
suya atılan taşın dibe vurduğu.

biriken ve dağılan
düstursuz bir çığ:
daldaki dikeni soymaktan yürüyen.

inandırmam kimseyi
yerlerin ve göklerin
ve bütün zamanların
ve inanılacak bütün sefilliklerin
dili yok.
kör olurum varsa…
gözlerime sürme çekti baktığım yerlere sınır olsun için. gök.
bunu unuturum.
unutur gibi yaparım bakmayı da.
ama ben
inanın
manolyalardan
nilüferlerden
ve erguvanlar
biri birine karışan bütün zamanlardan
ve kendimden
geçtim!
terledim ve yoruldum.
yüzümde gezindim bir sandal gibi.
gölün yüzünü çizen.
bir söz aradım ki
dil kanasın için elden vaz geçtim!
“kürekleri çekmenin” en şehvetli zamanıydı. inanın.
bütün çiçek adlarından ve kokulardan
geçtim:
inanmayan ben.
hiçbir güzelliğe.

dilimdeki kızgın boşluk’suya bak:
şimdi nasılım?
değişime zorlanan bir eskici gibi geçtim kendimden
kendimi kendimle takas edebildim. başka değil.
söyle:
şimdi nasılım?
suya bak.
bir çöl biriktikçe birikti.
vahalar kendini gerçek sandı.
ben
dikeni soğuttum tenimde
derimdeki sıyrıklardan bildim:
niyetim hayra yoruldu.
oysa kötü bir irindim.
kum fırtınaları için bir üfledim ki hırsımdan
kanayan ney için ağladım günlerce
derimi sıyırıp çıkamadım içimden!
inandırmalı mıyım bunu söze’bir soysuzum işte:
döne döne kanattım içimi
yarayı dişledim kanırta kanırta
bir söz aradım kan içinde.

kan için yazılmamış.
iyi biriymişim gibi yaptım:
kuş besledim örneğin.
ölü kuşlar.
uçmak için göğe bırakılmış nefes
gibi olan kuşlar.
ki inandırmam artık bunu söze:
gidip vurmuş
kendini
bir güvercin sanmış. inanın./

söyle artık benim ser sefil aklım.
bir ahlakçı değilim ben.
bütün çıplak şairlerle seviştim.
hadi şiire soyun.
ilkin dilimi sömür.
zamanı soy üzerimden.
bütün ölülerden nefret et.
çiçek adlarını unut:
bir irin gibi fışkırdığında
derimden.

ah benim sefil aklım
bir de söyle
ben neredeyim!

Ela Dincer

Kimseyi Ayıplama

Başkasının sözünü bırak; sen kendine bak!
Kendi suçunla kendini yüzleştir.

Başkasını çekiştiren kendisini unutur.
Çünkü suçlu ve asi huyludur.

Ne söylersen, sen doğru söyle.
Başka davranışlara izin yoktur.

Ne kadar sözün varsa kendine söyle.
Sen ayıpların ve gamlarınla, kendini haklı sanırsın.

Kendine bakan, başkasına bakmaz.
Sen öğüdü duy, kimseyi ayıplama.

YUNUS EMRE

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Söz Cinayet Kadar Çekiciydi

kent süngü yarası almış acı akıyordu
kurum gibi ağlamalar geliyordu sur içlerinden
fotoğrafların çığlıkları caddede birikmiş
ve sloganları bitmişti

iki adam duvarlara kostik sürüp
afişle kapatıyordu kentin sızısını
suyu Allahın elinden almışlardı
/su parayla satılıyordu
ben afişe bakıyordum

(afişte kız erkeğin beline arkadan sarılmış
açmıyordu ellerini
yüzünün yarısı yoktu)

çiftçi karılarının böyle afişler hiç görmedikleri
için helak etmiştim kendimi
okumaya geç kalmıştım ingilizce bilmediğime üzülüyordum

erkeğin çerkez olduğunu düşünüyordum
mersin’den artist çıkmaz diye diretiyordum kendime
siz şimdi göksel arsoy’a ağrılı der misiniz

bu hem kör hem zenci olmak gibi bir şey

fotoğrafların çığlıkları caddede birikmiş
ve sloganları bitmişti
ben şaşılacak kadar ekmek kokuyordum bankacılara
sahtekârdı bankacılar
karılarının elleri bacaklarından güzeldi
paraları gibi sevmiyorlardı çocukları
askere gitsin istiyorlardı
cemselere dayamışlardı sırtlarını

sarıkamışlı fotoğrafın çığlığını tanımıştım
üstünde kar ve orman sessizliği vardı
tam yanında koyu rujlu kadın fırça bıyıklı adamdan
korktuğunu gizliyordu rugan çantasına

bir salı yalnızlığıydı /tütün kutsal nurdu
ışığın gözleri önünde sevişmezsem burnum kanardı
anlıyordum trak diye kaba etlere soyunan
o copların gözetiminde olduğumu
sevişmiyordum
omzumdan öpecek sevgilim yoktu
tütünsüzdüm
fotoğrafların çığlıkları caddede birikmiş
ve sloganları bitmişti
kalın gözlüğünden sırık gibi uzun bakan adam
-ben yozgatlı’yım mevsim değişsin istiyorum
dizimiz dirseğimiz sıyrılacaksa bu hapisten
kaçarken olsun- diyordu
söz cinayet gibi çekiciydi
adamın elinde eşarbına ağzını gizleyen bir gül vardı
memelerini pis adamlara sunan kadınlar önlem alıyorlardı
akşam sofrasında sevişmelerine
onurlu anneler karanfille giriyordu alana
oğulları kayıptı
onların akşam sofralarında bir iskemle hep boştu
beklenen gelmezdi tabağına tuzboran gözyaşı konurdu
tarihçiler gündüz gözüyle korkuyorlardı
it gibi sinmişlerdi
dağlara sakladığımız ağustos’u ihbar ediyorlardı panzerlere
polislerin üç gözleri vardı birinin adı g-3’tü
ve hayatımın gülkanı arkadaşlarım ölüyordu
gün bitiyor şairler öpüyordu
kerime nadir gibi ağlayan kadınları

çini mürekkepli kalemle göğsümü kuşlara imzaya açıyordum
bütün şairler cehenneme gitsin diye
yine de kentli firavunların karşısında
şiire bulaşacak kadar haindim

aklım yolcuydu
seyit rıza’yı geçip babek’e varmıştı
osmanlı’ya kadar siyah ağlamıştım
hiç kimse polis otosunun üstündeki
mavi ışık kadar üzgün değildi

dünyalı bir cilt vardı yüzümde
alnımda pirinç gibi beyaz bir emek
kirletmedim
kirlenmedim
o çocuklardan ölmek üzere ayrıldım

ankara yüzünden intihar ettim.

Öztürk Uğraş

Bir Ustaya Veda…(Attila İlhan Anısına….)

çalımlı bir ateş dansıydın buz üstünde
harlandıkça alevindemini aldıkça duygu
sahipsizlikten soruldun usta
kimsesizlikten

terk edildi yüzün…siyahın büyüsüne

sağalmayı unutan kangren ey!
gizli isyanında en yakın yarasın şimdi kendine
bilemedik
hangi sığınakta döllenmiştin
nasıl bölündün bin irinli parçaya

kayıp gürzüne ağlıyor ayaklarım
okunaksız bir aynayı tashihten suçlu
çözmeye çalıştıkça sırrını dipsiz boşlukların
yorulduk…yoruldun!

kırıktı zemin
kızıl cehennemler bağışlandı gitmelere
ah’lar alnımızdaki kara lanet
göğsümüzdeki çukurdan derin

biz ki idamlık geçitleri açık tuttuk hep
kapılarda kilit kilit üstüne
buza nakşolmuş ezgilerde yağmalandık
kimdik neydik unuttuk

siyaha uluyan dişinin rahmine bırak ateşi
ve git!
:
güzel bir doğum olmalısın şimdi kendine
uzaktaki kıtanın deli tayları
mutlaka savuracaktır güneşe yelelerini bir gün
içimizdeki dünya bir gün mutlaka
zehrini kusacaktır ne olsa

hiç değilse gülümseyerek git!
başımız sağ mı bilemem ama, yine ağıt var yazgımızda!

Naime Erlaçin

Re-publique

pislikler demişsiniz sayın sarkozi
iyi bilirsiniz
kendi günahlarınızın lejyonundasiz

değil miydiniz
bir gecede üç bin kafa koparan
karar vermek için
tanrıya hangi yoldan tapacağınıza
düğün entarisi kana bulanan
kraliçenin kucağında ağladı Gide sonradan

boyun eğmeyen azize ateşle sınanınca
utanmadan kutsal zırhı çaldı derebeyleriniz
yarattıkları erdemin nasıl yakıldığını seyrettiler
piskoposların el ovuşturduğu arenada
onlar ölüydüler

üfürükçülere karşı hudin’in hokkabazlığı
takla attı Cezayir sokaklarında
siz yeni bir soluk arıyordunuz
kaybettiğiniz taze kanı özlüyordu köpek dişleriniz
nasıl da hesap edemedi
günün birinde pisliklerin kendi sofranızda yer alacağını

oysa herkes adına söyledi adamınız Danton
üstelik giyotinin tam altında
üstelik celladına
‘Kestiğin kafayı göster o bunu hak ediyor’

ah cumhuriyet ne dert şeysin sen
yalnız kendine aşık nergis çiçeği

Nefise Pınar

Eğer

Eğer birisi bana söyleseydi: öğlene kadar öleceksiniz
O zamana kadar ne yaprdınız?
Kol saatime bakardım
Bir bardak meyva suyu içer
Bir Elma ısırırdım
Uzun zaman yiyeceğini bulan karıncayı izlerdim
Sonra yine saatime bakardım
Sakal tıraşı olmak için zamanım olurdu
Banyoya atardım kendimi ve düşünmeye başlardım:
Yazmak için süslenmeliyim, der
En iyisi, mavi elbisemi giyerdim
Öğlene kadar yazı masamda otururdum,
ama renkli sözcükler bir türlü akmazdı
Beyaz, beyaz, beyaz…
Öğlene yakın
Son öğlen yemeğimi hazırlar
İki kadeh şarap alırdım:
birini kendim için
Diğerini geleceğini önceden bildirmeyen misafir için
Sonra biraz şekerlerdim
Horlama seslerim uyandırdı beni,
Saate bakardım
Okuma zamanıdır, der
Dante’nin İlahi Komediyası’ndan bir bölüm okurdum…



Ve bakardım

Ve bakardım
Yaşam
benden nasıl da uzaklaşıyor
Ve
başkalarına veriliyor...


Mahmud Derviş

Hallac-ı Mansur..

"Hangi niyetlerin uygun olduğu
konusundaki yaygın sözlere karşı
anlayışın anlayışına sahip olan kimse için..."

Hallac


"Enel Hak" ulaştığı, darğacı yolculuğunda kısa yaşamına sığdırdığı ve kaleme aldığı 49 kitapla HALLAC-I MANSUR'u anarak.

"evvel, ahir benim
cümle mekan bende
gani, fakir benim
Adem'e maksud benim,
işte o öteki bendedir
cümle mabud benim,
kabe benim, put benim..."

Sahidir

I.
Tutukladığı topraklara
tepeden baksalar da
sınırlarını açık tutan ırmaklara
gücü yetmez bayrakların

şairsen bil
su sahidir...

II.
yakada kırılır boyunu
alnı rozete düşer
göz önünde ölür gül yaş gözde,
yas içerde kalır
kokusu ruhudur, çöle yanaşır
çöl ufalar peygamberleri
zaman yatağa düşer

tek mülk hiçliktir
ve çöl sahidir...

III.
sırnaşık köpüklerden uzaklara
bir yandan kök yarar sinesini
bir yandan durmaz
günün kahkülü kuşluk
ikindinin arkasında
narlanır yanar dağların sırtı

uçurumlarda
yerini bulur ateş
külün cengi başlar...

IV.
bilinmez, hadisi yoktur aşkın
insansa evi dağılmış yaradır
ışıkları yemine çeker
boşluğu da özler
bilge geniş sabrıyla durular arzı
gözünü sözle doyurur
ten serinse içtedir o yangın

şairsen ay'ı insafa çağır
derviş sen bil
kül sahidir...



Öztürk Uğraş

Şair Öztürk Uğraş Anısına...// Derya Önder

“Başım Sıkıştıkça Seni İt Gibi Seviyorum”


Bir süredir aynı şeyi düşünüyorum. Kitaplığa gidip, hep aynı kitapları alıp koyuyorum masama… Kapağına bakıyorum kitapların. “Fırat’ın Su Yüzlü Çocukları”na bakıyorum, “Hay Benim Boynum Kopsun’a… Raşit Abi’nin çektiği, o sabah alelacele çoğaltıp yakalarımıza taktığımız siyah beyaz bir fotoğrafa. Aslında bir şey yazmak da istemiyorum. Sadece “ölüm”ün bizden bile isteye aldığı, çoğunda da “çekip aldığı” insanları düşünüyorum. Uzayıp gidiyor liste, uzayıp gidiyor zaman…

Kars’ın Susuz ilçesinden, “Çamçavuş” köyünden gelip aramıza karışan, şiire karışan Öztürk Uğraş’ı düşünüyorum. Çünkü hemen hemen hangi şiirini okusam yeniden, pusulası toprağına dönük. Gidip bakıyorum internetten. Kars’a, Susuz’a, Çamçavuş’a… İstersem “google earth”ten, öyle oturduğum yerden de bakabilirim.

“hiç kimse polis otosunun üstünde ki
mavi ışık kadar üzgün değildi”

dizelerini okuduğum ilk günden beri, ne zaman görsem o “mavi ışık”ı, o “üzgünlük”ü düşünüyorum yeniden…

Onun, “anacım, altını çize çize okuyorum kitabını, bir ara konuşuruz” deyişini hatırlıyorum hep. Ki hiç oturup konuşamadık bunu… Yine de merak ederdim ben Öztürk’ün okuduğu kitapları… Neleri işaret eder, yanına nasıl notlar düşer…

Bazı şairler öyledir, kocaman kalpleri, kocaman gövdeleri vardır ama gölgeleri daha büyük dursun diye uğraşmazlar… Yaşamda “uğraş”mak için seçtikleri şey, insan’dan öteye gitmez... Seslerinin duyulmasını isterler ama “hey buradayım” diye bağırmak istemezler. Bunca gürültü usulca bir şiire nasıl girer, girdiği andan itibaren şiirleşirken neye dönüşür, şiir bittiğinde artık yeniden başlayan ya da yeniden biten nedir? Yaşamda, bir şiir fazla bir şiir eksik, bir şey değişmiyorsa neye yarar ki yazmak?

Kendisi için “hay benim boynum kopsun” diyebilen, bunu kitabının kapağına yazdıran, “biriyle çürüyenlere…” ithaf edilmiş bir şiirin şairinden söz ediyoruz. Bir dosttan... Dost bir sesten…

İstanbul’a gelişinin ardından hepimiz gibi “kentli” olan ama bir türlü “buralı” olamayan, dahası olmak istemeyen, “kaçak yapılar gibi tedirginim” ve “ancak zenci kadar gülüyorum” diyen bir şairden…

1957 yılında Kars’ın Susuz ilçesine bağlı Çamçavuş Köyü’nde doğar Öztürk Uğraş… 6 Ağustos 2004 tarihinde terk eder şiiri, İstanbul’u ve bizi. İlk kitabı 1992 yılında yayımlanır. “Sesli Konuşun”. Daha ilk kitabının gelişinden bellidir, yaşama meydan okunacağı. İnsanları yaklaştıran ve uzaklaştıran, dost ve düşman yapan, barış’ın ve savaş’ın en önemli gücü olan dil, kendi içine döndüğünde ve kıvrılmaya başlandığında, bir başkası için zehir üretme evresindedir ve seçilerek seslendirilen sözcükler çoğu zaman yapaydır. O aslında “Sesli Konuşun” derken “kendiniz olun” demek ister gibidir.

İkinci kitabı, “Ekmeğin ve Suyun Tanrısı” 1994 yılında Berfin Yayınları’ndan çıkar. O yine dünyayı olmasını istediği gibi çizmeye devam eder şiirlerinde. 1997 yılında üçüncü şiir kitabı, “Fırat’ın Su Yüzlü Çocukları” ve 2001 yılında ise bize bıraktığı dördüncü ve şimdilik son kitabı “Hay Benim Boynum Kopsun” basılır Piya Kitaplığı’ndan. Bir süre “Kunduz Düşleri” ve “Ütopiya” pratiklerinin içerisinde yer alır. Dünyaya karşı seyirinin bir parçasıdır bu da.

Bir yandan da belediyelere bağlı bir “kamu kuruluşu” olan “mezarlıklarda” memurluk görevini sürdürür. Hatta yakın dostları kendi aralarında ona “mezarcı şair” diye seslenirler. O gülümser buna sadece… Aslında belki de “Sesli Konuşun”daki ironi biraz da bu memuriyetin başlangıç yıllarında taşların ve toprağın sessizliğine bir çağrıdır. Bana geceler, günler boyu dediklerinizi hele bir de dile gelip söyleyin.

“Ölüm” duygusu, ölüm’ün varlığı, sadece yazıyla çiziyle uğraşan insanları değil, aklını ve kalbini yaşamsal fonksiyonlarının ve ihtiyaçlarının dışındaki şeyler için kullanabilen herkesi de, ölüm-yaşam köprüsünün ince çizgisinde getirip götürür. Bu sorgular, kimi zaman sessiz sedasız içte mayalanmaya devam eder ve artık ölüm/ölüm duygusu yaşamın bir parçası halini alır. Kimi zaman ölüm duygusu, yaşama duygusunu mağlup eder ve kendi zafer çığlıklarıyla alıp götürür bizden sevdiklerimizi. Öztürk, son nefesine kadar yaşamın iplerini elinden bırakmayan insanlardandı. Ama, uğursuz bir hastalık alıp götürdü onu. Her gidenle giden yanlarımızı da alıp götürdü giderken…

Şu yıldönümleri, anmalar… Sanki o güne saklanmış bir kederi ya da bir hazırlığı hatırlatıyor gibi olsalar da aslında başka bir duygusu var. Hele de tanık olunmuş süreçlerin sonunda gerçekleşmişse bu ölüm, mevsimi yaklaştıkça, bir yıldönümü daha geldikçe, bir şey kendiliğinden huzursuzlanmaya başlıyor. Yani tam o gün, o saatte mesafeler kapanıyor ve sanki bir “dejavu” kaplıyor insanın içini…

Bir şey demek istemiyorum. Sadece anımsamak, anımsarken anımsatmak, yazının kendi diliyle ona bir kez daha seslenmek… Kitaplarını üst üste pencere kenarında, çalışma masasının üzerinde, kanepede otururken yeniden karıştırmak birkaç dizeyi yüksek sesle mırıldanmak... Şair iyi ki varsın, şiir iyi ki varsın demek… Çünkü şiir yaşamın içinde de insanın içinde de taşları yerinden oynatabilir diyebilmek…

Mesela üçüncü kitabı olan “Fırat’ın Su Yüzlü Çocukları”nı “intihar notu” adlı şiiriyle bitirir Öztürk…

“biliyorum
intihar
bedendeki sabrı utandırmaktadır
ama seni öylesine çok sevdim ki
bedenimin en ufak zerresine
aklımın sözü geçmiyor
hoşça kal…”

Sonra Lamia çıkagelir… “Hay Benim Boynum Kopsun”da bir bölüm ayırır Öztürk, “Lamia için. Başlığını da “Lamia’ya Mektuplar” koyar. İki düzyazı şiir ve üç şiirden oluşur Lamia’ya giden yol. “Siz öyle mi yaşlanırsınız gitmek gibi uzun” dizesiyle başlar ilk mektup. İkincisinde, “başım sıkıştıkça seni it gibi seviyorum” der. Bir başka şiirde “bu Lamia beni sırtımdan vurabilir” dizesini fısıldar dostlarına… Yine de soruların çoğu hep Lamia’yadır: “SEN IŞIKLARIN KİMİN YÜZÜNDEN GÜZEL OLDUĞUNU SANIYORSUN” dizesi işte böyle büyük harflerle büyük büyük sorulur Lamia’ya…

Lamia şiirlerde de hiç konuşmaz, sorulara cevap vermez... O biraz da bütün şairlerde var olan “gizli özne”dir. Her birinde başka bir isimle anılır. Mektupların altına atılan imza “yıkım günleri’95”tir. Lamia’ya gidip gelmekten yorulduğunda da arkadaşlarına bir kez daha seslenir:

“arkadaşlar… arkadaşlar
kaçak yapılar gibi tedirginim
belki yaza çıkamam, üstümde kalmasın
yaralarımın size selamı var
acılarım da gözlerinizden öper”

Yıl 2001’dir… Ölüm’ün, onun elinden kalemini çekip almasına üç yıl vardır daha…

O zamana dek, o “yazmak”la çıkmaya devam eder yaşamın karşısına. Bütün “hoşcakal”ların ardındaki yeni “merhaba”yla. Bütün “intihar notları”ndaki gizli yaşama isteğiyle.Ve dostlarına bir kez daha hatırlattığı, altını çizdiği şey, “Lütfen kavga!”dır.

Derya Önder

(Not: Bu yazının kısaltılmış bir bölümü 6 Ağustos 2008 tarihli BirGün gazetesi’nde yayımlanmıştır.)

Ölmek

—Güney Osetya’ya…


damda havlayan
köpek gibidir zaman
kendisiyle çarpışmakta tarih
yolları kan tutmuş
yürekler iğneli

kim toplayacak
yuvadan uzaklaşan renkleri!

küsmekle
ölmek arası kararsız
vazgeçtik gerçeği bilemekten
tükenmiyor öfkesusmuyor içimiz
neden?

duran saatlerin altında birileri
ateşle dalaşıyor hâlâ
delilik şehrayinde
cülus peşindedir bet kalpleri

lanet olsun!
zamansızlık bellerken geçmişi
ölmek en doğrusu belki

kim bilebilir ölürken
kim toplar
kim toplayacak
yürekten kaçan renkleri…


Naime Erlaçin

Beslan

Kuzey Osetya, Beslan'a


ne kundakçılar gördüm
ne intiharlar
ağaçlar budandı mevsimsiz
kan tozuna bulandı nice yazlar

aşklar vardı
günlük ayazlarda donan
sokağa terk edilen ayrılıklar
aşklar vardı gözyaşı nehirlerinde
piranalarca ciğerleri parçalanan

çetelesini tuttum bozgunun
son pim Irak'ta çekildi
acılı coğrafyaları soğurdum
dinamitlendi yürek her kelle kopuşta
etim
etten düştü oralarda


böylesi görülmedi hiç
kim haklı kim haksız
onca çocuk neden can ruletine kurban?

yitirmedim umudu insan dair
hayır! çalmadı henüz saat
yalnızca güldür
gülümdür karanlığa ağlayan

körler ufkundayım bugün
dolunay kayıp
gök solgun
dünya zindan…

Naime Erlaçin

3 Temmuz 2009 Cuma

I- seyrediş

Yalnız başıma oturuyorum evimde
Karşımda kocaman bir boy aynası
Kendime bakıyorum uzun uzun
Bu aksi suratlı da kim
Bana yabancı oluyor aynadaki aksim
Kaşlarımda şimşekler çakıyor
Yanaklarım birer kara bulut
Gözlerim buzul bakıyor
Bakışlarımdan sıyrılmış cıvıl renkli umut
Yere paralel dudaklarımın çizgisi
Silmiş hilal tebessümlerimi
Karamsarlığın gaddar silgisi Bu ben miyim?
Ben bu muyum?
Nereye saklandı hüzün galibi kahkahalarım
Hangi kahır kıstı neşemin sesini
Oysa yüzümde taşırdım gökkuşağının paletini
Şimdi zor seçiyorum aynada çehremi

II-sesleniş

Ey dönüş bileti aslına kesilen yolcu !
Kalk yerinden
Silkin bu karanlık miskini suretinden
Cevabını bildiğin sorular sorma
Çöz karamsarlığın kör düğümünü üzerinden
Atanı sen değil misin
Aciz değilsin çözmekten
Aç gözlerine gerdiğin kara perdeleri
Gör varlığına işlenmiş cevheri
Uyan zifiri uykundan
Tut alemden ruhuna uzanan ipleri
Bil ki tekrarı yok bu gösterimin
Her an sona yaklaşmakta
Hayatının kareleri
Ömrünün sırı dökülmeden
Gör özündeki sırr-ı ilahiyi

Nevzat Çelik

Islak Ve Gizli Kurşun

Yıldızlarla konuşurum
Susmuşum Meryem gibi”Zemheriydi;
Mahrem bahçelerde büyüyen tek lalemi boynundan koparıp gitmişti…
ardından yetim bıraktığı kalbimin güvercinlerini, ağlatarak, inleterek…
Ben yağmurlardan kaçırmıştım gözlerimi…
Kırık aynalarımdan seyrettim göğü günlerce…
Kalbimin her köşesini dikenli ellerimle sıvadım yokluğunla…
Ve asumandan nüzul olanın aşkına ben sana yalan söylemedim…
Hayatın giyotinine gidip gidip gelmekten usanan kalbimde bu aşka mühür vuracak takat yok…Sükûtumsa üzerimde gezinen nazlı cümlelerin hatırı için.
Öfkem kudurgan bir dalga gibi çarpıp duruyor dudaklarıma…
artık küskünüm yosun kokulu gözlerin renginde gecelere…
düşmesinler ömrüme haşiye,
ben üstü başı imbat içinde kalmışacıdan öte birşey murad etmedim…
Mendilleri sallamıştım ardından umutsuzlukların…
Yazgımı örtmüştüm efdal olan bir kelamla.
Bir bir kefenleyip gömmüştüm ağrıyan yerlerimin hatıralarını…
Bir tek gizlediğim faydasızlıklar kalmıştı geriye…
onlarıda en derinde saklamıştım…
bir daha çıkmamacasına.
Sonra bir sabah ayazında çığ gibi haberler ulaştı suskunluk diyarından.
Haberi ihtilal sarsıntılarıyla sarstı benliğimi…
Berrak sularım yine boz bulanık aktı…
Ben hep ziyan
Ben hep isyan
Oysa ne de çok alışmıştım şitaya ererken artık yalnız kalmaya
Ne çok sevmiştim hayalinle konuşmayı….
Serçe kuşların dilini öğrenmiştim sen yokken
Sana onlarla haber yollardım da sen bir haberi çok görürdün bana
Ben yine de mutluydum…
Ne güzeldi o anlar—ki ben umutsuzdum
Bunca helezonlar ortasında bu rücu niye?
Dilinde anlamını bilmediğim bir heyula!
Aklında yine firar yine firar…
Senden bana kana batık güller hediye
Sonsuza kadar yut kelimeleri…
Konuşma
Konuşursan kaypaklığına dudak bükecek melekler…
Ellerin titremeyecek biliyorum
Biliyorum hiç üşenmeyeceksin kalbime hançeri basarken
Oysa hoyrat ellerim var demiştim sana.
Varsın saçlarında ağyar elleri gezinsin
Varsın gözünde iplik iplik olsun yağmurlar
Varsın sen her geceni tutuştur benden aldığın korla
Varsın sen de ağlama anlayamadan bir an umutsuzluğumu…
Varsın sen de fütursuzca sal kalbime mermilerini
Ben alıngan namluları okşarım yokluğunda
Bir kurşuna yoldaş olur belki seni bulurum

alıntı

Dönüş

İçimde inleyen bir ben varda, bulamıyorum,
Tutamıyorum elinden, sinmişliğine usulca yaklaşıp okşayamıyorum
başından
Vuslatı yaren edindim, sevgiliden habersiz.
Tüm ömrü arayış yerine bekleme ile geçirmenin vicdanı azaplandıran
yanını fark ettim de
Geç idi ya da bir şeyler geçti benden.
Kurumuş zerrelerim mücella edilebilir mi?
Sokaklarda duvarlara yalpalayan kendini bilmez rüzgarlardan ayıran ne
beni?
Ya ilahi derim en sadık seslenişimle...
Şu gözyaşlarıma bir sen layıksın ama kayıyor bir yanım işte!
Düşüncelerime tutsak kaldım düşüncelerimde onun yanında tutsak
Ezelden beri ve cehennem vakti kadar kalacak.
Nerden başladı bu yanış, kim yada zamanın ne önemi var artık.
Anlatsam kim anlar ki senden başka ya ilahi!
Kül mü olayım yoksa içten içe bir kor mu?
Kaldırabilir miyim ağırlını aşkın?
Bilmediklerimde boğulmadan,
Bildir...
Bu yükü kaldıracak gücü istemeyi ihsan buyur.
Sen ki, cömertliğinle verensin.
Bir adımımıza bin adımla gelensin.
Kapına gelişlerimin yollarını uzattım, biliyorum.
Kıvrımlarına takılınca hayatın, sirati müstakim ince bir çizgi gibi göründü gözüme.
Şimdi hiçbir yönüm yok artık
Göster,en merhamet tutuşunla elimden.
Bir gül ömrüne eşti vuslat.
Oysa ben bir gözucuyla incizab edildim.
Yasaklanışın dünyadaki cezasını çekiyor gibiyim.
Bu dünyada olmadan nasıl yaşanır yine aynı dünyada?
Kenara konmuş bir eşya parçasını kıskanmaktayım.
Bırakın koyun kenara beni öyle yapayalnız.
Usulca tekrar alınacağı güne kadar beklemede kalayım.
Ben kendimi dinleyeyim bir de ney sesini
Konuşan bir ayna gibidir ney bana
inleyince ahuzarıyla da kalır mı farkı bir bülbülden?
Evet, ben bir eşya olmalıyım
Ney'de zahirliğiyle şöhretleniyor zaten
Ey sevgili
gelmeyişinle bir ben kalmadı
çünkü sen ben bir artık...
ya bir de gelseydin
belki de sen ve ben bir hiç kalırdık.
İsteyipte yapmayışınla çirkin görüntüsünde bir güzellik eyledin.
Sebebimdir.
Hayrı sonradan gösterene şükrüm nabzım gibidir.

BETÜL AZADE

Giderken

I.

ardımda birikiyor çıktığım basamaklar: demek ki gidiyorum!
bütün sözleri yuttum, konuşmam uzaktan ve çizgili
anlıyorum veda yok, bittiğim yerden başlıyorum sürekli
çünkü alıp geldiği yerden konuşmalarını
gittiği tarafa doğru konuşuyor her şey
bu yüzden üstümde suskun duruyor sırtım
göğsüm bu yüzden kafesli!
(çekinik poz verirdim gözlerin yargısına
başattı dünya, başattı eşyanın önüme kurduğu muazzam sofra
kaç yerden başladımsa muhakkak bittim
-bittim ama hiç sona ermedim!-
bir ayrılık lafzıdır korkulu olagelmiş
ayrılık ayrılığa oysa bir sebeptir!)

II.

önümde bir tanımsız karanlık çoğalıyor: demek ki gidiyorum!
demek ki bitiyorum ve başlıyorum ve sürekli
bir attan inip ötekine binerken
kavi bir topraktan besleniyorum
tutuyorum bir saç gibi uzuyorken zamanı
onu rüzgarla, öğütlerle tarayıp
yatırarak sırf ben için bırakılmış boşluklara
eskiyorum, eskiyorum, eskiyorum
(hep taze sanırdım böldüğüm ekmekleri
fırından eve kadar bayatlarlar halbuki
eskiden bir eskici olmak isterdim
hafızam bu işe pek el vermedi
bir unutmak lafzıdır kaygılı olagelmiş
unutmak insanın oysa emniyetidir!)

III.

üstümde değişik bir gökyüzü duruyor: demek ki gidiyorum!
düşüyor üzerimden çevremle uyuma zorlanmış parçalarım
kalıyor nüfuz edenler!
hatırımda olanı unuttuğum bir yerde bırakmış olmalıyım
çok oldu, etrafım beni kayda geçiriyor
anlıyorum veda yok, bittiğim yerden başlıyorum sürekli
var olan her şey, anlıyorum, konuşuyor ezel ebet!..

A.Gencer

Sahiciliğin Derin Dertleri

Ben gaz kütlelerini falan işin içine karıştırarak kötü benzetmelere baş vururken,o derli topluluk içinde çok güzel özetleyivermişti durumu: Açılmamış paketler...
Birdenbire düşündüm ki, ilişkilerimizin tarihinde ne çok açılmamış paket var. Ne çok kırılganlık, küskünlük,alınganlık saklı kalmış; ne çok şey askıya alınmış, ertelenmiş; zamanın tavsattığı şeyler, zamanın çözdüğü şeyler sanılmış. Biz bir avuç insan bunca sözcük,terim,kavram bilirken daha birbirimizle konuşmayı beceremiyorduk. Kimse kimseyle konuşmuyordu aslında. Sahiden konuşmuyordu.
Kırgınlıklarını,alınganlıklarını,küskünlüklerini,gönül koymalarını,kıskançlıklarını.öfkelerini konuşmuyordu. Durum kurtarılıyordu,geçiştiriliyordu,erteleniyordu,üzerinde durulmuyordu gülümseniyordu. Uzaklara doğru ve zamana gülümseniyordu. Espirilerin, ince uçlu şakaların ve sitemlerin arasında kaybolup gidiyordu

SAHİCİLİĞİN DERİN DERTLERİ. Birçok gizli sorun, saklı söz açılmamış paketler olarak ortada dururken görmezden geliniyor, cami avlusuna terk edilir gibi zamana bırakılıyordu. Paketler oradan oraya yer değiştirip, sürünüp duruyor; dipte duran sorunlar ise hiç değişmiyor, hatta zamanın ekledikleriyle giderek bombalı paketler haline gelerek, günün birinde sıradan bir tartışmada, ya da çabuk onarılabilecek bir kırgınlıkta, taraflardan birinin ayağına takıldığında onca yılı birden havaya uçuruyordu. Geri dönüşsüz derin yaralanmalarla dostluklar, arkadaşlıklar bitiyor; anılar kirleniyor; yaşanmış her şeyin derin bir kederle anımsanmasına yol açacak kadar öldürülmüş bir maziye gömülüyordu. Gelinmiş bir yer olarak, sahici yol arımlarında yaşanan ayrılıkların yanı sıra, ayrılığı hiç hak etmemiş nice dostluk, nice beraberlik, bu çeşit acemi hoyrat kullanımlar sonucu layık olmadıkları bir biçimde sona eriyordu. Bir yaştan sonra derin ve sağlam dostluklar kurulamıyor, eskiler de elde tutulamayacak , korunamayacak kadar hırpalanıp gidiyordu. Yalnızlık asıl anlamına o zaman kavuşuyordu işte.

Galiba bizler birbirimize MERHAMETİMİZİ yitirmiştik . Birbirimizi seviyor ya da önemsiyor; zeki, kültürlü ya da duyarlı buluyor olabilirdik. Aşksız sevgiler, aşksız dostluklar alışkanlığın gücüyle kendini sürüyüp götürüyordu elbet. Ama 'MERHAMET' ??Aklımıza bir duygu olarak bile gelemeyecek kadar uzaklaşmıştı bizden. 'MERHAMET' duygusu neredeyse bizden habersiz 'yitirilenler' hanesine yazmıştı kendini. Uzun aralardan sonra. diyelim yeniden bir Dostoyevski romanı okuduğumuzda anlıyorduk ya da hatırlıyorduk ilişkilerimizde eksik olan o derin şeyi: MERHAMETİ...

Murathan MUNGAN

YAZI KİLERİ../...Oruç Aruoba'dan

Yaşamında iki temel deger bulacaksin :
sevgi ve dostluk.
Bazen, bunlardan biri
ötekinden daha degerli gelecek sana;
zaman olacak, öteki öbüründen;
kimi zaman da
ikisinden hangisini daha degerli sayman gerektigi
belirsiz hale gelecek;
ama, kimi zaman da,i
kisi birden, eşit bir degersizlik düzeyine inecekler,
gözünde.

Ama, bu sevgin ile şu dostlugun o hale düştüler diye,
yaşamın temel degerlerinin kendilerini
yadsımayacaksın :
o zamanlarda, içindeki buruk acıyla,
onlara olan saygını koruyacaksın – ki, bu da
işte, üçüncü temel degerin olacak.

Van Goghun akıl sağlığından söz edilebilir, o ki, hayatı boyunca sadece bir elini pişirmiş ve bundan başka da bir kez sol kulağını kesmekten öteye gitmemiştir,

....................................................................................

Ve bu bir imge değildir ama bütün yeryüzü boyunca sık sık ve güncel olarak tekrarlanan ve desteklenen bir olgudur.

Böylelikle, bu açıklama ne kadar çılgınca görünürse görünsün, şimdiki hayat eski adilik, anarşi, düzensizlik, sayıklama, bozukluk, kronik delilik, burjuva durgunluk, ruhsal çarpıklık (çünkü insan değil de dünya bir anormal olmuştur), istenmiş namussuzluk ve çarpıcı yalancı sofuluk, soylu her şeyin pis aşağılanması,

bütünüyle, ilkel bir haksızlığın gerçekleşmesi üstüne kurulu bir düzenin talebi,sonunda örgütlü cinayetatmosferi içinde kendini korumaktadır.

Her şey kötüye gitmektedir çünkü hasta bilincin şu saatte hastalığından çıkmamakta büyük yararı vardır.

Ve böylece, çürümüş toplum, kahinlik yeteneklerinden rahatsız olduğu kimi üstün açıkgörürlüklerin araştırmalarından kendini sakınmak için psikiyatriyi keşfetmiştir.

Gérard de Nerval deli değildi ama öyle olmakla suçlandı, yapmaya hazırlandığı kimi önemli açıklamaları değersiz kılmak için,
ve suçlanmaktan başka, bir de kafasına vuruldu, bir gece kafasına fiziksel olarak vuruldu, açıklayacağı korkunç olayların belleğini kaybetmesi için, ve onlar, bu darbenin etkisiyle, onda doğaüstü düzleme geçtiler, çünkü onun bilincine karşı gizlice birleşmiş bütün toplum, o anda onların gerçekliğini unutturacak kadar güçlü oldu.

Hayır, van Gogh deli değildi, ama resimleri suda yanan ateşlerdi, atom bombalarıydı, ki görüş açıları, o çağda ortalığı kasıp kavuran diğer resimlerin yanında, ikinci imparatorluk burjuvazisinin ve III. Napoléonunkilerin olduğu kadar Thiersin, Gambettanın, Felix Faureun polislerinin kurtçuk konformizmini ağır biçimde rahatsız edebilecek nitelikteydi.

Çünkü van Goghun resmi, törelerin belirli bir konformizmine değil, kurumlarınkine saldırır. Ve dış doğa bile, mevsimleriyle, gel gitleriyle ve gün tün eşitliği fırtınalarıyla, van Goghun yeryüzünden geçişinden sonra, aynı evrensel çekimi koruyamaz.

Dahası, toplumsal düzlemde, kurumlar parçalanmaktadırlar ve tıp da işe yaramaz ve havayla bozulmuş ceset şekline bürünür, o ki van Goghun deli olduğunu açıklamıştır.

Çalışan van Goghun açıkgörürlüğü karşısında, psikiyatri artık sadece kendilerinin de takıntıları olan ve kendileri de eziyet gören goriller sığınağıdır, onlar ki insan korkusunun ve boğulmasının en feci durumlarını dindirmek için sadece gülünç bir terminolojiye sahiptirler,bozuk beyinlerinin layık ürünü olan.

Gerçekten, bit tek psikiyatr bile yoktur ki tanınmış bir sapkın olmasın.

Ve psikiyatrların kökleşmiş sapkınlığı kuralının hiçbir istisnayı kabul edebileceğini sanmıyorum.

Ben bir tanesini tanıyorum, isyan etmişti birkaç yıl önce, içinde bulunduğu yüce reziller ve patentli düzenbazlar grubunun bütününü toplu halde böyle suçladığımı görmek düşüncesine.

Ben, bay Artaud, dedi bana, bir sapkın değilim, ve hadi bakalım size meydan okuyorum, suçlamanızı yöneltmek için dayandığınız unsurlardan bir tekini bana gösterin, görelim.

Unsur olarak sizi göstermem yeter, doktor L.*,pis suratınızda izini taşımaktasınız, iğrenç adi yaratık.

O, cinsel avını dilinin altına sokup onu sonra badem olarak döndürenin belirli bir şekilde incir yapmak için çapa suratıdır.

Bunun adı, dünyalığını korumak ve kendi maydanozunu seçmektir.

Eğer cinsel birleşmede, bildiğiniz belirli bir şekilde, gırtlak deliğinden gurk gurk etmeye, ve aynı anda boğazdan, yemek borusundan, sidik yolundan ve anus�tan guruldamaya erişemediyseniz,tatmin olmuş sayamazsınız kendinizi.

Ve iç organik sıçrayışınızda almış olduğunuz bir kıvrım vardır, cisimleşmiş tanığı mide bulandırıcı bir fuhuşun,

onu ki beslemektesiniz, yıldan yıla, gitgide daha fazla, çünkü toplumsal olarak kanunun hükmüne girmez,

ama başka bir kanunun hükmüne girer ki orda bütün incitilmiş bilinç acı çekmektedir, çünkü siz böyle davranarak onun soluk almasını engellemektesiniz.

Çalışan bilincin sayıkladığına karar veriyorsunuz, onu diğer yandan iğrenç cinselliğinizle boğazlamaktayken.

Ve işte zavallı van Goghun iffetli olduğu düzlem budur,

bir meleğin ya da bakirenin olamayacağı kadar iffetli, çünkü asıl onlardır

kışkırtan

ve başlangıçta besleyen, büyük makinasını günahın.

Belki de zaten, doktor L., haksız meleklerin soyundansınız, ama lütfen rahat bırakın insanları,

van Goghun her çeşit günahtan arınmış vücudu, delilikten de arınmıştı, ki onu zaten bir tek günah getirir.

Ve ben katolik günaha inanmıyorum,ama erotik suça inanıyorum,
ondan ki yeryüzünün bütün dahileri,
tımarhanelerin sahici delileri sakınmışlardır,
ya da o zaman sahici deli değildiler.
Ve nedir sahici bir deli?

İnsan onurunun yüce bir fikrine karşı davranmaktansa, toplumsal olarak anlaşıldığı anlamda deli olmayı tercih etmiş insandır.

Böylece, toplum, kurtulmak ya da kendini korumak istediği herkesi tımarhanelerinde boğazlatmıştır, bazı ulu pislikler konusunda kendisiyle suç ortaklığı yapmayı reddetmiş kişiler olarak.

Çünkü bir deli, toplumun dinlemek istememiş olduğu ve dayanılmaz gerçekler söylemesini engellemek istemiş olduğu bir insandır da.

Ama, bu durumda, içeri kapatma onun tek silahı değildir, ve insanların hemfikir toplaşması, kırmak istediği iradelerin hakkından gelmek için başka yollara sahiptir.

Kır büyücülerinin küçük büyülemelerinin dışında, bütün uyarılmış bilincin dönem dönem katıldığı toplu büyüleme hareketleri vardır.

Böylece, daha yumurtası kabuğunda bir savaş, bir devrim, bir toplumsal kargaşa durumunda, birlik oluş bilinç sorgulanır ve kendini sorgular, yargısını da duyurur.

Onun kimi yankı uyandıran bireysel durumlarla ilgili olarak da doğurtulduğu ve kendinden çıkartıldığı olabilir.

Böylece, Baudelaire, Edgar Poe, Gérard de Nerval, Nietzsche, Kierkegaard, Hölderlin, Coleridge ile ilgili, üstünde herkesin anlaştığı büyülemeler olmuştur,ve van Goghla ilgili de olmuştur.

Bu gündüz de meydana gelebilir, ama genellikle, tercihen, gece meydana gelir.Böylece, acayip güçler kaldırılıp getirilmektedir yıldızlı gökyüzüne, kişilerin çoğunun kötü tininin zehirli saldırganlığının, bütün insan solukalışı üstünden, oluşturduğu şu bir çeşit karanlık kubbeye.

Böylece, yeryüzünde çırpınmış ender açıkgörür iyi niyetler, gündüzün ve gecenin bazı saatlerinde, kendilerini sahici ve uyanık bazı kabus durumlarının dibinde görürler, çevreleri, yakında törelerde açıkça belirdiği görülecek bir çeşit yurttaşlık büyüsünün müthiş emmesiyle, müthiş dokunaçlı baskısıyla sarılmış.

Bir yandan cinselliği, diğer yandan da, zaten, kilise ayinini, ya da başka ruhsal ayinleri, temel ya da dayanak noktası olarak elinde bulunduran bu oybirlikli pisliğin karşısında, motif üstünde bir manzara resmetmek için on iki mum bağlı şapkayla geceleri dolaşmakta sayıklama yoktur;

çünkü nasıl yapacaktı zavallı van Gogh, kendini aydınlatmak için? geçen gün dostumuz, oyuncu Roger Blinin, haklı olarak belirttiği gibi.

Pişmiş el ise, sadece ve sadece kahramanlıktır,
kesilmiş kulak, dolaysız mantık,
ve, tekrarlıyorum, kötü niyetini amacına ulaştırmak için
gece gündüz, ve gitgide daha çok, yenilmez olanı yiyen bir dünyaya
bu noktada
çenesini kapamak düşer.

*çevirenin notu:Doktor L., doktor Jacques Latremoliére olabilir (Rodez akıl hastanesinin
doktorlarından).

Antonin Artaud

Güneş...Yıldız...

yol uzun, güzergâh zorlu; ne demeliyim?
zarif kardeşim benim,
seni aldım yanıma, ikizimi almış yürüyor gibiyim.

sana yıldız sana güneş mi demeliyim,
günümde hayret gecemde hayret istedimyer
yer senin gibiyim ben yer yer kendim.

insan olan yerlerim çok ağrıyor,
olsun, yine de sen kapanma, bu sıra benim,
yerine bırak ben incineyim...

Birhan Keskin

Kim Bağışlayacak Beni

Reddettim, bütün kesinlikleri, kalbim
Bu hayale bir daha inansın diye
Siyah. değişmiyor, siyah, hala nehir içimde
Ve kalbim, anlamıyor
Adalet niye yok diye?

Yıktığım, atladığım, söndürdüğüm
Bir yangın yerindeyim
İçimde sadece, dediğim gibi,
Her gidenden biriktirdiğim melekler,
Kalbimin üstünde bir daha hançer.(2)

Birhan Keskin

"De Ki İşte" Kitabından...

yaşamda kimse paylaşmayacak -- paylaşamayacak
senin tutkularını : onları, hep, yaşayıp yaşayıp,
unutacaksın.

yalnız, yaşayacaksın;
yalnız yaşayacaksın...

Oruç Aruoba

Eski Bahçe Eski Sevgi

iki motosiklet de durdu.
bir daha onlarla karşılaşmayacaktı.
ve ona yazacağı her şeyi yazmıştı.
duvara yaslandı.
lokantaya daldı doğruca,
yeryüzünün her yönünden gelen kalabalık çarpıyordu yüzüne,
hepsi canlı,
yolculuklarının devamını konuşup gülüşüyorlar.
o motosikleri ile yokuşu çıkıyor
başında yeşil beresi var.
kırmızı dudakları aralık.
gözlerini yavaş yavaş uzağa kaldırıyor.
ağaçlar ve bir göl.
ardından birdenbire yükselen dağlar.
geri çekiyor bakışlarını
göl durgun,derin,mavi
uzaklara göle doğru, dağlara doğru.
aynı yabancı kentte yeniden buluşmak
hiçbir şey düşündürmüyor ve anımsatmıyor...

YAZI KİLERİ.../...Hakan Günday'dan Seçmeler

ruhumdaki düğümler fazlasıyla sıkı.kimsenin onları çözecek kadar tırnakları yok.Bense coktan vazgectim tirnaklarimi uzatmaktan.Kendimi bilmeyi biraktim.ölümü bilmek ve anlayabilmek bile daha kolay.yanıtı olmayan bir soru olarak geldim dünyaya.Ve sorusu olmayan bir yanit gibi de gidiyorum."KİNYAS VE KAYRA"

-------

...Sen loş oldun.Bazen aydınlandığını,bazende karardığını sandın.Ancak hangisinin sen olduğuna asla karar veremedin.Ne kötüsün ne de iyi.Herşeyi düşünebilir,herşeyi hayal edebili,ancak seçtiklerini gerçekleştirebilirsin.Düşünce şeytandan,davranış tanrıdandır.Hangi düşüncenin davranışa dönüşeceğine karar verense insandır."AZİL"

-------

...hayat seni oyle bir noktaya getirir ki kendini sevdiklerinle savasirken ve nefret ettiklerinle sevisirken bulursun. uzulursun,pisman olursun. sonra biraz zaman gecer ve tersinin bu dunyada islemedigini anlarsin."PİÇ"

-------

YAZI KİLERİ../...Tezer Özlü'den Seçmeler

Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermediğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz.
Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İş yerlerinizle. Özel ya da resmi kurumlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, diriltiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım. Şimdi tek konuğu olduğum bu otelden ayrılırken, hangi otobüs ya da tren istasyonuna, hangi havaalanına ya da hangi limana doğru gideceğimi bilmediğim bu sabahta, iyi, başarılı, düzenli bir insandan başka her şey olduğumu duyuyorum.
----------

Düzen ve güven kadar ürkütücü bir şey yoktur. Hiçbir şey. Hiçbir korku… Aklını en acı olana, en derine, en sonsuza atmışsan korkma. Ne sessizlikten, ne dolunaydan, ne ölümlülükten, ne ölümsüzlükten, ne seslerden, ne gün doğuşundan, ne gün batışından. Sakin ol. Öylece dur. Yaşamdan geç. Anlamsız konuşmaları dinle, galerileri gez,kahvelere otur- artık hiçbir yerdesin.

---------

yolculuk ilginçtir. yaşamın sürekliliği içinde, başlı başına kesitler oluştururlar. dağlardan, deniz kıyılarından, kentlerden, gecelerden geçilir. insanlardan geçilir. irmaklar görülür. insanlar görülür. kalabalık ya da bomboş istasyonlar belirir. sonra herhangi bir ormanla karşılaşırsın. belki birkaç gün önce geçtiğin bir orman. bir kent.yol kıyısında bir başına bir çocuk durur....çocuk, kendini bürüyen yalnızlığın, boşluğun bilincinde değildir. ve diğer dünyaların. her insanın oluşturduğu bir bütün dünyanın. sonra yol ilerler. dünyalara açılan yeni yaşamlardır yolculuklar.”Yaşamın ucunda yolculuk yapanların öteye geçmek için okuması gereken derinlemesine bir kitap..

Sözler Değil,EYLEM

gizlice en cok korkulan hep gerceklesir sonunda..yaziyorum:
Ey sen,aci!peki ya sonra?
Butun gerekli olan biraz cesaret.
Aci ne kadar ortaya cikar ve kesinlesirse;
yasama icgudusu o kadar agir basiyor ve intihar dusuncesi zayifliyor.
Kolay sanmistim ilk dusundugumde..
Zayif,karaktersiz kadinlar yapmisti bu isi.
Alcak gonulluluk istiyor;
kendini begenmislik degil!!
Tiksiniyorum butun bunlardan.
Sozler degil.eylem.
ARTIK YAZMAYACAGIM.

Pavese

YAZI KİLERİ../...mastürbatörler ve insanlar üzerine bir garip deneme

Ah şu insanoğlu…
Böbürlenmeyi ne çok sever,
Tıpkı devekuşunun başını kuma gömmesi gibi bir güce taparak zavallı olmadığını varsayan başını kuma (güce) gömünce her şeyi unutan, zavallı, düşünmeyen insan ki buna biyolojide hayvan dendiğini hepimiz biliyoruz.Hepiniz becerikli yalanlar uyduruyorsunuz kendinize benim acım senin acından büyük serzenişi bile farkında olmadan güç istencini güce taptığınızı ortaya koymuyor mu? gücü sınıflandırmıyorum kiminiz için güçsüzlük bile bir güç ki bunu çok iyi beceren kadınlar tanıdım…
İnsan insanın aynasıdır ama aynalarınız yalan söylüyor. Hayır sandığınız gibi kimse sizi sevmiyor seviyormuş gibi davranıyorlar hepsi bu… Çünkü güç istençleri sizi sevmesini emrediyor, çünkü hepiniz yalnızlığa katlanamayacak kadar çok şey bildiğinizi sanıyorsunuz ama bildiklerinizin hepsi, sonbaharda rüzgarın geçen günlerden kalma üç beş eski yaprağı sürüklemesinden başka bir şey değil. Bir daha asla kendi bütünlüğü içerisinde hatırlayamayacağınız milyonlarca parçadan oluşan puzzleın her bir parçası, kendi bütünlüğü dışında da hiçbir anlamı olmayan milyonlarca minnacık parça bu yüzden kafanız Pazar yeri gibi… becerikli becerikli her şeyi bildiğinizi düşünüp bunalımlar geçiriyorsunuz . dahası siz küçük dereler denizi yargılamaya kalkıyorsunuz…Nietzsche ile cevaplamak istiyorum sizleri ‘’Daha kendinizi aramamışken beni buldunuz. Böyledir tüm inananlar; inancın değeri azdır bu yüzden şimdi size beni yitirmenizi, kendinizi bulmanızı buyuruyorum; beni yadsıdığınız gün, ancak o gün geri döneceğim sizlere."
Bana tek yönlü bakma deme hakkını kendinde gören herkes (ki hep şunu söylerim ‘’asla tek bi yol yoktur’’) beni neyle yargılıyorsunuz. Geçen günden kalma üç beş eski yaprakla mı? Sizi ciddiye almıyorum, en azından bu konuda ciddiye almıyorum sizi çünkü aslan yediğinden mamüldür… ‘’Sizin için de bir ışık ister misiniz siz en gizli olanlar, en güçlüler, en korkusuzlar, en yarıgecemsiler? Bu dünya güce yönelik iradedir. Bunun dışında hiçbir şey değildir. Bizzat siz de güce yönelik olan bu iradesiniz. Bunun dışında hiçbir şey değilsiniz!’’ der Nietzsche…Güç İstenci, kendi eytişimi gereği, istenç filan değil ama güçsüz olanın itkisidir. Güç İstenci özgür istenç değildir; tersine, güdüsü bilinçsizdir, tam olarak Sigmund Freud’un üst-ben dediği bilinçsiz bir saldırganlık eğilimidir. Bir istenç değil ama denetlenemeyen bir tutkudur, us açısından salt bir kölelik anlatımıdır, dışsal bir güce bağımlılığın ele verilişidir. Ve us tutkuya boyun eğer: Tüm değerleri değersizleştirilen mantık özgür istenci de değersizleştirir, yok eder. Bu yüzden hepiniz büyük şair ve yazarları sever ama en nihayetinde bir maçonun kollarında söndürürsünüz ateşinizi. Tıpkı Salome gibi.
Bu da demek oluyor ki güç istenci içerisinde olan herkes ama herkes aslında göründüğünün aksine güçsüz ve zavallı sizler de sizleri alkışlayarak mastürbasyonlarınıza yardım ediyorsunuz çünkü sizlerde güç istenci içersindesiniz, farkında olun yada olmayın id yani ilkel benliğinizde var olan şey kırıntıları yüzünden bu durum sizi de doyuma ulaştırıyor. Diğer bir deyişle bu durum çıkarlarınızın kesişmesi ve karşılıklı doyum… Kadınların bu noktada otur lan kalk lan yemek lan diyebilen hemcinslerimizin kollarında son bulacak aşk arayışları ne komik ne dramatik değil mi? Eninde sonunda ortak çıkarlar etrafında birleşeceksiniz ve hepinizi yöneten yine ilkel benlik yine süper egolarınız ve ilkel dürtülerinizle Benden farklısınız…
Kadın erkek ayrımı yapmayı sevmiyorum ama birde şu Salome meselesi var herkese mavi boncuk dağıtıp kendi kültürel evriminden başka hiçbir şeyi düşünmeyen önemsemeyen bir kadın…Nietzsche’ye, Rilke’ye, Freud’a mavi boncuklar dağıtıp bencilce sömüren, Viktor Tausk’un intiharına yol açmış ki çok trajik bi intihar yöntemi seçmiştir Tausk;Boynunda ip olduğu halde elinde tabancası vardır ve boğulmak üzereyken ağzının içine kurşun sıkmıştır. İntihar düşüncesini oluşturan durum Freud’un Tausk’a öğreniminde yaptığı yardımlar ve sonrasında Salome ile Tausk’un yakınlaşması sonucu Freud’un yardımları kesmesi ve de Freud’u kaybetmemek için Tausk’u yok sayan bir Salome.Başka bir deyişle etinden sütünden derisinden faydalandığı bir hayvanı eti sütü kalmayınca(ki bu konuda da göreceliliğe inanıyorum bi nehirin denizi anlaması beklenemez…) mezbahaya gönderen ve ben seni sadece sütün ve etin için seviyordum diyen Salome ve pandora yine 700 yıllık serüveninde!!! diğer taraftan bu halen tartışılsada sağlığında hiç ağlamayan Nietzsche rahatsızlığı sonrası göz yaşlarına boğulduğunda ariadne diye haykırmıştır. Gerhard Hauptmann, sosyalist önderlerden Georg Ladebour, rejisör Max Reinhard, yazar Arthur Schnitzler, Hugo von Hofmannsthal, filozof Paul Rée, Münihli yazar Wedekind, Feminist Helena Stöcker, araştırmacı Frieda von Bülow, Marie von Ebner-Eschenbach da Salomenin sömürüsünden ve güç istencinden nasiplerini almış diğer insanlardır. ve nihayet 40 lı yaşlarda Salome de aşka kendini teslim edip Rilke ile birlikte yaşamaya başlamıştır. yani çarketmiştir. İlk birlikte olduğu erkek kaynaklara göre Rilke olsa da Salomenin Nietzsche ile ve de Freud ile uzun süreler baş başa kaldığını bazı kaynaklar söylüyor. Yukarıdaki örneği neden mi verdim; Aslında hepinizin istemi masum hepiniz huzur istiyorsunuz ama huzursuzluk için elinizden geleni yapıyorsunuz. Hepiniz aşk istiyorsunuz ama ilkel benliğinizin içerisindeki güç istenci yüzünden beyniniz kalbinize söz hakkı bırakmıyor. Hepiniz güzel şeyler istiyorsunuz ama ilkel benliğinize hükmedememenizden kaynaklanan şeyler olgusu yüzünden, bunun nasıl olacağı hakkında en küçük bir fikriniz bile yok, hepiniz özgürlük istiyorsunuz ama eninde sonunda sırf içinizdeki karmaşadan kurtulmak için yönetilmeyi seçeceksiniz. Yaşasın ilahi komedya !! yinede güç istencinden kastım en olmadığına göre sırf entellektüel diye ki o da entelektüel güce taptığınızı gösteren bir olgu. bir erkeğe/kadına 4 yıl katlanabilirsiniz. En çok katlananınız Salome 4 yıl katlanabilmiş Rilke’nin melankolisine ve sonrasında bir maçonun kollarına bırakıvermiştir kendisini. Bilmeyenler için not blogumdaki kör kadının söyleşisi Rilke’ye aittir.Sonuç olarak hepiniz her şeyin en iyisini istiyorsunuz ama (ki bir düşünür bir cümle ama ile tamamlanmışsa amadan önceki her şeyi bir kenara atabilirsiniz der) kendinizi bile tanımıyorsunuz. Fakat yine de en güzel araba sizin en güzel sevgili sizinki en uzağa işeyen sizlersiniz en iyi yazıları sizler yazıyorsunuz en büyük şair sizsiniz, en bir her şey olmak istiyorsunuz ve bunun için her şeyi yapmaktan çekinmiyorsunuz. Ne trajedi ama…Şimdi dönüp aynaya bir kez daha bakın; Gregor Samsa sizin yüzünüzden böcek olarak uyandı, Nietzsche sizin yüzünüzden delirdi, ihtiyar adamın balığını tırtıklayan sizlersiniz, Pavesse sizin yüzünüzden yazmayı bıraktı sizin yüzünüzden öldü, saymakla bitiremeyeceğim kadar çok, katili olduğunuz insanlar Sait Faik, Orhan Veli, Oğuz Atay ve daha binlercesi bunlar tarihtekiler peki ya şimdi kanına girdiğiniz şu anda bir köşede kimsenin tanımadığı bilmediği, acı çeken insanlar…Schopenhaure’un da vurguladığı şu doğu inanışı dünya çok güçlü ve kör biri tarafından yönetilmektedir inancı, yüzünden bir kez daha soruyorum kör ve çok güçlümü olmak istiyorsunuz…yoksa bütün amacınız şu mu;İlkel benliğinde dişi en güçlü erkekten döl almayı ister erkekte mümkün olduğu kadar çok dişiyi döllemeyi…bütün yazılarınızın arkasında bütün o sevimliliğinizin arkasında,kibarlığınızın maskelerinizin makyajlarınızın ve her şeyinizin arkasında bu olmasın sakın!!! Ha ha…

Şimdi kanlı ellerinizi ovuşturarak aynaya bir kez daha bakın.

Siz mi büyüksünüz aynamı sizi büyük gösteriyor.

Senbilim

YAZI KİLERİ../...y.o

Bazı insanların varlıkla yokluk , ölümle yaşam arasındaki milimetrelik kulvarda yürüyüşlerine tanıklık ediyorum son zamanlarda. Yaşasalar olmuyor, yaşamasalar olmuyor; yazla kış arasında sıkışmış sonbahar gibiler. İyiyle kötüyü aynı ekmeğin parçasında yaşıyorlar… “Var” deseniz “yok”lar “yok” deseniz “var” gibiler. Sanki Leonardo da Vinci tablosundalar. Fakat her şeye rağmen yine de Dostoyevski’nin “kendi idam Sahnesi”nden çıkmış gibiler; ölümcül yaşıyorlar ama hayata yeni başlamış gibiler. Tıpkı Dostoyevski…Ünlü yazar çar’ın baskı döneminde arkadaşlarıyla bir grup kurmuştu. Yakalandığında 28 yaşındaydı ve idam isteğiyle yargılandı. Mahkemenin sonucunu beklerken hücresinden alındı. Ölüm kararı yüzüne okundu. Ve papaz günah çıkarttırdı. Gözleri kapalı bir direğe bağlanıp müfreze karşısına geçirildiğinde ölümün soğuk nefesini hissetti.. “Ateş” komutunu beklerken, bir anda her şey değişti ve gerçek karar okundu kendisine. Çünkü mahkeme aslında 8 yıl hapis cezası vermiş. Çar bunu dört yıla indirmişti; ama ona ders olsun diye böyle bir gösteri planlanmıştı. Dostoyevski böylece ilk kez “ölüm”le tanıştı fakat bu oyunda asıl keşfettiği şey “yaşam” dı. Stefan Zweig’in anlattığına göre, ünlü yazar 4 yıl sonra yaralı parmaklarından zincirleri çıkardıkları zaman sağlığı bozulmuş, şöhreti uçup gitmişti ama kırık dökük bedeninden her zamankinden daha parlak fışkıran tek bir şey vardı: yaşama sevinci…
Bu tür durumları en iyi anlatan cümlenin Nietzsche’ye ait olduğu söylenir: “Hayatı kaybetmenin kıyısına yaklaşanlar, onu daha iyi tanırlar”.
İşte böyle bir şeydir ki, benim son zamanlarda tanıdığım insanlar da hayatın penceresindeler. Ve tıpkı Leonardo da Vinci ‘nin “son akşam yemeği” nde gibiler. Paulo Coelho,nun anlattığına göre hikaye şöyledir:“Leonardo da Vinci “son akşam yemeği” isimli resmini yapmayı düşündüğünde büyük bir güçlükle karşılaştı… ‘iyi’yi İsa’nın bedeninde, ‘kötü’yü de İsa’nın arkadaşı olan Yahuda’nın bedeninde tasvir etmek zorundaydı… Resmi yarım bırakıp bu iki kişiye model olarak kullanabileceği birilerini aramaya başladı. Bir gün bir koronun verdiği konser sırasında, korodakilerden birinin İsa tasvirine uyduğunu fark etti. Onu poz vermesi için atölyesine davet etti. Sayısız taslak ve eskiz çizdi. Aradan üç yıl geçti. ‘son akşam yemeği’ neredeyse tamamlanmıştı ancak Leonardo da Vinci henüz Yahuda için kullanacağı modeli bulamamıştı…Ünlü ressamın çalıştığı kilisenin kardinali, resmi bir an önce bitirmesi için sıkıştırmaya başladı. Bunu üzerine da Vinci günlerce aradıktan sonra ‘vaktinden önce yaşlanmış genç bir adam’ buldu. Paçavralar içindeki bu adam sarhoşluktan kendinden geçmiş bir durumda kaldırım kenarına yığılmıştı. Leonardo yardımcılarına adamı güçlükle de olsa kiliseye taşımalarını söyledi çünkü artık taslak çizecek zamanı kalmamıştı. Kiliseye varınca yardımcılar adamı ayağa diktiler. Adam yaşadıklarını anlatıyordu, Leonardo da Vinci adamın yüzünde görülen inançsızlığı, günahı, bencilliği resmediyordu… Ünlü ressam işini bitirdiğinde, o zamana kadar sarhoşluğun etkisinden kurtulmuş olan berduş gözlerini açtı ve da Vinci’nin yaptığı muhteşem duvar resmini gördü. Şaşkınlık ve hüzün dolu bir sesle ‘ Ben bu resmi daha önce gördüm’ dedi. ‘ Ne zaman ?’ diye sordu Leonardo da Vinci, şaşırmıştı. Adam ‘üç yıl önce’ dedi ve devam etti: elimde avucumda olanı kaybetmeden önce. O sıralarda bir koroda şarkı söylüyordum, pek çok hayalim vardı ve bir gün bir ressam beni İsa’nın yüzü için modellik yapmak üzer davet etmişti…”Yani hayat, bazen böyle bir şeydir. Ne yaparsak yapalım, aslında hepimiz Leonarda da Vinci’nin “iyi ve kötü”yü resmettiği tablosunun birer potansiyel modeliyiz. Bizi bu tip “model” olmaktan kurtaracak tek şey, herkesin aslında bu potansiyele sahip olduğunu bilmek ve hiç unutmamaktır.
Yusuf Okçi