BLOGGER TEMPLATES AND TWITTER BACKGROUNDS »

27 Kasım 2009 Cuma

Kanlı Masal

aklım, haklıyım, et firarını!

ovdun ve okşadın beni
çıktı içimdeki cin;
ondan ölümümü diledin.
mayıstı.

seni o yüzden bağışladım!
ben en çok mayısta su içerim
derinim balık kaynar derinim kanımı kaynar
ben en çok mayısta öne eğerim başımı
içimden felçli bir göçebe gökyüzüne bakar.

avuçlarımda yaralı kelebek taşımayı
mayısta öğrenmiştim;
ve teraslarda bach dinlemek en çok mayısa yakışırdı
ve kim bilir
mayıs artık en çok senin tanrılarına yakışır
tiril tiril bembeyaz bir giysiyle
rüzgarda ayakların çıplak
öyle başın öne eğik yıllarca o boş terasta durmak

kartpostallardan tanıdığın bir şehri düşünmek gibi
bir yaraya kabuk olmayı kabullenmek gibi
eksik, yarım, farkına varmaktan kaçınılan
tam
tam yaza girecekken
yazın omzuna yüzünü dayayacakken
çekip giden
ayaklarının altından o son sığınak terası da
acılarının veliahtı bach’ı da çekip
gitmiştir işte, yalnızca gitmiştir
yani.. anlıyor musun.. mayıstı..

seni o yüzden bağışladım!

bir sesim vardı gölgenden ikmale kalan
biliyorum, büyük çocukluktu birbirimizi sevmemiz
cesaret işiydi, delikanlıcaydı,
bu korkunç sevgide
yanlışlarımızı yeniden keşfedişimiz
el deymemiş yalnızlıklara kalkışmamız
yalnızlıklarımızı değiş tokuş etmemiz

bu evcilik oyununda bile duldum
hatırla
sana dizlerimi
sana tabi bileklerimi ve topuklarımı sundum;
çevirdikçe ruhunun radyo dalgalarında
cazdı, bluesdu, klasik kemandı, klasik aşktı
boktu püsurdu
hatırla, senin gözlerin çokulusluydu
senin gözlerin ham kadınsızdı
çamurdandı
ağzımda getirdiğim karsuyunu
kalbine kaçırdım! ovdun ve okşadın beni
çıktı içimdeki cin
yatağa döküldü
yatağıma döküldün
yatağına döküldüm
ve bu sonsuz savruluşta
o gece
bütün eski sevgililerimden ince ince söküldüm!

senin oldum!

ihanetinle pislenen küçük dolaşımımdaki kanla
karalar çekerek ölümsüz kirpikdiplerine senin
senin mahşer atlısı dudaklarına
en çok da dudaklarına sokuldum!
üşüyordum,
üstüme doğru çekip o kedi dudaklarını
bir tay sığınırcasına anasına
bana ölünle uyudum! anlıyor musun.. işitiyor musun..
cesedine yeni baştan hayat verebilmek için
ihtiyarladım.. ihtiyarladım..
ben zaten kendimi aşklarda
hep kalkışılınmış müşiş intiharlarla yaraladım!
koştum sürekli
bir hüzünden bir tersliğe dokunarak koştum

bazı sevdalarda hafızasını kaybeder ya insan
telaşlanır, ağlar
babasını sorar çevresindekilere
öldüğünü bildiği halde
adını unutur, yolunu kaybeder oturduğu evin
bir titreme gelir yerleşir ya ortasına mayısın
bir dikilir bir çöker ya
kalbine secde eden intikam
tam
tam yaza girecekken
yaza bir ekmek bıçağı tutuşturacakken
sapı plastik kötü bir ekmek bıçağı
-geri döner.. döner değil mi.. diye
birkaç kırık sözcük.. buruşuk..
-öldürürüm o zaman, kurtulurum.. deyip sustuğun
-kaçarım sonra, kimse sormaz.. deyip yığıldığın
nisandan hazirana doğru bir su kayakçısı
gibi süzülürken mayıs, ah bach!

ah benim bir kangurunun cebine yerleştirdiği yavrum!
talanım! artanım! eksik kalanım! yarım kalanım!

nasıl yedirirdim ihanetini kendime
o dev hisle sen mayıstın ben mayıstım
herşey ama herşey elele mayıstı
seni o yüzden bağışladım!

uzanıp topraktan çıkardın beni
tozumu sildin, hohladın, parlattın
ovdun ve okşadın beni
çıktı içimdeki cin;
ondan
-gidecektin, mecburdun, hepsi gibi-
affını diledin.

mayıstı.mecburdum.
seni o yüzden bağışladım!

.


Küçük İskender.

İçinde Sahipli Sözler Var Silin Şiirlerimi

Nazım´dan yaşamadığım bir sürgün çaldım
Hasretim diyorum!
Vurun dilimi!
İçinde sahipli sözler var silin şiirlerimi

Bir tek Ataol Behramoğlu´nun
Yaşadıklarından öğrendiği şeyler mi geçerli?
Can Yücel gibi küfür serbest değil mi?
Tapulanmışmıdır bilgelik sözcüğünün heceleri?

Hangi izi sürecek şimdi suskunlukta bu dil?
Bunu da belki Murathan Mungan söylemiştir
Yüreğimdeki kelimeler kimindir?
Ah! kimsenin dillendiremediği

Biliniz ki!
Dilimin bütün harflerini sahiplenmiş bir şairim ben
Biliniz ki!
Söylediklerimizin benzerliği tanımadığınız bir yürek kardeşliği

Bir de Orhan Veli misali;
Susalım ! Madem ki herşey yazılmış
Madem ne sözümüz bir başka
Madem bahar yasak yüreğimin dağlarına
Madem ki sevmek bir tutulur olmuş mahpuslukla
Vurun dilimi!
İçinde sahipli sözler var silin şiirlerimi



Murat Kayali

Güneşsiz de Olur

arınabilir insan geçmişinden
koşarken çocuklar
yağmur damlalarının peşinden
unutulabilir görünmeyen yüzler
dökülürken boyalar
sahipsiz konakların pencerelerinden

böyle yağmurlu bir günde
yıkayabilirsen yüreğini
güneşsiz de olur

ısınabilir avuçların
dumanı tüterken
köşe fırından aldığın simidin
ve ıhlamur kokusundan
tomurcuklanır ansızın sevincin

böyle yağmurlu bir günde
yıkayabilirsen yüreğini
güneşsiz de olur

kabullenirsin bütün vedaları
kabullendiğin gibi bahçe demirlerindeki pası
akar gider içindeki acı
yangın dediğin bir kibrit başı

böyle yağmurlu bir günde
yıkayabilirsen yüreğini
güneşsiz de olur

ayrılabilir insan hüznünden
sulanırken çicekler
bakarsın göklere bir kedinin gözünden
rengarenk minderlerin içinden
şükredersin kendiliğinden

böyle yağmurlu bir günde
yıkayabilirsen yüreğini
güneşsiz de olur

Yasamadiklarimizin Bir Degeri Yok

sultan sofralarinin ibrigi olur bir cirpida

emekli bir validenin ana yadigari bakir bir sürahi

eskiciden almaya kalktiginda

nasil da degerleniverir eskicinin sana anlattiklariyla

o zaman anlarsin aninda

bu hayat pazarinda.

zaman iyi bir satici onu vaktinde kaciranlara

yasamadiklarimizin bir degeri yok

ama cok pahali

kacanlari

kapandan

kurtardikca

Suda Çözülür Aşklar

sonrası
göksüz bir kuş kanadı ... / ... kuru papatya yaprağı
erir gider gözleri ... / ... aklın da
birden kopar ipleri ... / ... uçurtma gölgeleri kalır avuçlarında
bir ömür düşer
kıyılarında
kıyılar da ... / ... yüreğin de yalnızlık içer
sonrası
suda çözülür aşklar ... / ... icinde buzul kayması

sonrası
yemyeşil bir roka tarlası ... / ... gök rakı beyazı
birden kesilir nefesi ... / ... kedi pençesinde pulları
bir balık ölür
şiirlerinde
şiirler de ... / …yüreğin de kan keser
sonrası
suda çözülür aşklar … / …ağzında ayrılığın kuraklığı




Murat Kayali

Zamandir Tamamlayan Insani

son nokta konur
kapanir acik cember
baslangic
bitis
ic ice gecer
kacirma ani
sen kendini tani
eksik olan
kendi toplar noksanlarini
zamandir tamamlayan insani
unutma yasami
unutma
yoklarin icindeki sakli varlari

akrebin kuyrugu kivrilir
atese düsende
kendi kendini isirir
ölüm tanisir ölümüyle
zehir tasiyan
kendi kanini akitir
bu feryat
yaktigi canlarin yankisidir
zamandir dogrulayan yanlislari
unutma hakki
unutma
yanlislarin icinde sakli dogrulari

mevsimleri umursamaz bir fil
yillari saymaz kaplumbagalar
doganin mayasinda olmak var
olumlu ol
oldukca olacaksin
yoklardan dogacaksin
hiclik
bir varlik tanrisidir
zamandir yaratan yoklari
unutma yildizlari
unutma uzaklarin berisinde duran yakinlari




Murat Kayali

Bütün Lirik Sözler Çekinirdi Seni Tasvirden

bir dağ avuçlardım
elimi uzatsam
ben gittim tuttum huzurun serçe parmağından
akıttım acıyı kürek kemiğimin boşluğundan
sen yüreğime memleket oldun da ondan
geçtiğim yılların her günündeydin
akşamları bana bir bardak su doldururdun berrak
hayalin ucunda bucağında gezinirdin sessizden
bütün lirik sözler çekinirdi seni tasvirden
şiirden vazgeçer sana gelirdim
bulamazdım
yokluğun gayrı şurdan şuraya geldi
sen yüreğime memleket oldun da ondan

bir deniz doldururdum
gözüme dokunsam
ben gittim taş topladım saklıdan saklıdan
hüznüme sürdüm şifalı otlardan
sen yüreğime memleket oldun da ondan
her mendilin nakışına değmişti ellerin
yastığıma nefes bırakırdın sımsıcak
eşiğimden geçmez soframdan kalkmazdım seni görmeden
kırılırdı minyatürlü çiniler cemalinden
marifetime ters döner sana gelirdim
bulamazdım
yokluğun gayrı şurdan şuraya geldi
sen yüregime memleket oldun da ondan

eğer aşka inanmasam
insanlıktan çıkardım
ben tuttum dua okudum umut yeşerttim
kaçmadım yüreğime sızan ışıktan
sen yüreğime memleket oldun da ondan
demiştim ve sana da söyledim "güzeldir her insan"
her umut kuşunun kanadına bağladığım dilektin
her duanın sonuna bıraktığım amindin
karanlığımın kuytusunda kanat vuran melektin
bütün lirik sözler çekinirdi seni tasvirden
şiirden vazgeçer sana gelirdim
bulamazdım
yokluğun gayrı şurdan şuraya geldi
sen yüreğime memleket oldun da ondan



Murat Kayali

Aforizmalar II

Dinleme özürlü insanlar zaman icinde karsilarindaki insanlari
konusma özürlüsü yapabiliyorlar.

Kücük insanlarin kücük hesaplarinin icinde yer almaktan ve kendimin de
onlar gibi kücüklesebilecegimi düsünebileceklerini düsünmekten ve
benim de
onlar gibi olabilecegimi sanmalarini sanmaktan kücüldüm de kücüldüm.
Simdi kücüklügüm bile onlarin kücüklügünden daha büyük.

En dogru bir sözü nasil ki bir cocugun dilinden duyuyoruz,
demek ki en dogru karari da bir saf bir cocuk yüregi verebiliyor.

Akil, dogrunun gönyesi,cetveli ve pergeli olabilir ama aritmetigi yürektir.

Yoklugun ve yalnizligin insani götüremeyecegi sarplik, dehliz ve cikmaz yoktur.

Caresizlik hepimiz icin gecerli akce.

Kördögüslerinde saf tutacak kadar kör olamadim ömrüm boyunca.

Yüregimin ve aklimin bana söylediklerini ignore etmenin imkansizligini bilmeme ragmen,
onlari ignore edebilecek olgunluga eristigimi sanmak beni toy kiliyor.

Yüregin akligi karsisinda paranin kiri görünüyor.

Yasam kesinlikle bir raslanti degil. Zaman icerisinde ve yasamisliklar icerisinde
dogru degerlendirildiginde süpriz görünen herseyin bir olusumu oldugunu görürüz.
Muhakkak olan birse varsa yasamda o da her zaman ve herseye ragmen sasirtici olmasi.
Yasiyorsak sasiririz.

Insanlarin vurdumduymazligina kiziyorum.
Onlarda beni sevindiren, yazilanlari okumak gibi bir aliskanligin olmasi.



Murat Kayali

Bukalemun

bu alem / bu kalem / bu un
degistikce
kendi kendine sordugun
sormaktan yoruldugun
zaman sen sen oldun
bicim buldun / bir icim oldun / dudaga vurdun
gölgeye durdun
yürege sundun
aktin aktin
akmaktan yoruldun ve duruldun
güneste kurudun
buhar oldun
buhar oldugun
zaman sen sen oldun

gökle baristin / yildizla tanistin / ay ile kucaklastin
geceye düstün
geceye düstügünde
salkim sacaktin
islak ama sicaktin
sen yagmur oldun
yagmur oldugunda
beni islattin / aglattin / yagmaladin
beni yagmaladiginda
ben anladim
seni oldum olasi yanlis yerlerde aradim
sen benim kovaladigim
ama yakalayamadigim
kacaktin

sen bu alem / sen bu kalem / sen bu un
sen bukalemun
tek sahibi
tek gercegi
tek resmi
degisken ama degismez ruhumun
bagisla
hatalarim cocuklugum
yitirdigim sadece kabugun
bense badem sandim
aldandim
gölgedeki gölgene yanildim
sarilamadigimi o adem sandim
ayaginin önüne uzandim
ezilsem / gecsen beni / cignensem
yemyesilim simdi
sana cimen olurum
sen kaybet yine kendini
ben bulurum bende seni

icimde hersey esil
icimde sen yemyesil
varsin bütün renklerimde
sana kavustugumda
beni buluyorum
ben ben oluyorum
son veriyor ask askin mealine
bu alem dökülüyor kaleme
kalem un ufak olur
toplanir biraraya ayriclar
sözler artik anlam tasirlar
bu alem / bu kalem / bu un
bir bukalemundur
degisen sadece suretindir
ruhun ebedidir
degismen kaderindir
o resim hep icindeki resimdir
var ama görünmez ve tarifsizdir
essiz ve tektir

uzaktan uzaga
tarif ettigin sürekli eksiktir
eksigini tamamlayan bir ayri renktir
buldugunda
sen sen oldun demektir
umdugun oldun
cünkü
sen hep o bukalemundun


Murat Kayali

O İçimde İsli Camlara Metaforlar Karalıyor

"Bellek, canı nereye isterse oraya oturan bir köpek gibidir"*
O içimde isli camlara metaforlar karalıyor.
Ben yaşamı yananlamlarından arındırıyorum.
Balya telleri paslanmış, yaşanmamışlığın teorilerini bağlayamıyorum.


"Kalbe giren" her şey,
her ruhun girilmez çıkmazında çıkmaz kalır.
Geleceğin el izleri yoktur çocuklarda büyüdükleri için,
büyümüşlerde de yoktur çürüdükleri için.


Örümceğin eğirdiği iplik kadar ince desem hayata,
çoktan kopardık.
Becerimiz olsaydı yaşamaya,
aleláde bir güvercin yerine bir tahtalı güvercin yakalardık.


Düşünülerek öldürüldü hayal gücü çağımızda.
Eksildik kendimizden, birbiri ardına yırtılan sayfalar gibi kitabımızda.
Uluorta böyle ilmi yermek belki pek amansız ama anlama varamadık ya.
Düşlerin kendini diriltme kabiliyetine şaşmadım oldum olasıya.


Bunu yazana dek aklımda tutmalıyım." diyoruz.
"Çünkü unutuluşun kolay ülkesindeyiz."**
Yalnız yürünen yollar da olsaydın not tutmazdın.
"Yüreğin balmumuyla basılmış bir kitap, raflardaki binlercesine bedeldir." ***





* (Cees Nooteboom)
** (Onat Kutlar)
*** (Cees Nooteboom)

Murat Kayali

Orada Metropol Ülkelerde

hiç te sürrealist değil kanımızdaki şeytani virüs...

aşkı yasaklamıyorlar
sadece yüreğine tecavüz ediyorlar
gösteriyorlar kandırılmanın kolay coğrafyasında
dürüstlüğün yalnız iflasını sana
inanılır gibi değil
kendi dilinde ellerin sözü
alnıkabağında bir çift yaban gözü
sen sen değilsin
adını bilde unutturuyorlar insana
orada metropol ülkelerde…


sanatını sansürlemiyorlar
kaleminin ekmek kazanabilme becerisini kurşunluyorlar
inanıyor insanlar dörtköşeli bir camın kehanetlerine
hayran kalıp koparılan kafanın görsel effektlerine
inanılır gibi değil
hiç te sürrealist değil kanımızdaki şeytani virüs
biz biz değilmişiz
bir imajla kendini bilde yutturabiliyorlar insana
orada metropol ülkelerde…

hiç bir zaman ve hiçbir şey;
sadece sen istiyorsun diye öyle kalamaz

hiç bir zaman ve hiçbir insan;
sadece başkaları istiyor diye kendinden kaçamaz



Murat Kayali

Uyuyan Güzeller

"çekirgelerin istilasına uğramış münevver bir şehirde"


kızıl bir tilkinin ürkütemediği iki mavi geyik
ay altında bir deniz süvarisi
dağ kovuğunda iki yeşil kuzucuk
kitap arasında resimlerde uyuyor orman
uyandırmıyorum
sabaha kalsın güneş, sabaha aydınlık
sabaha iyilik güzellik


gökkuşağı kabanının altında çingene
çekirgelerin istilasına uğramış münevver bir şehirde
donakalmış kanlı bir halayda beş üryan delikanlı
heykel gölgeleriyle ranzasında uyuyor zindan
uyandırmıyorum
sabaha kalsın özgürlük, sabaha kardeşlik
sabaha iyilik güzellik


kıvrılmış mor pantalonlu taş kırıcı
denize düşüyor köprüden bir çekicin çığlığı
küpesinden kan damlarken buluyorlar nakışçı kızı
kabirden derin hendeklerde uyuyor figan
uyandırmıyorum
sabaha kalsın adalet, sabaha eşitlik
sabaha iyilik güzellik


ışığa dökülen sinekler gibi Avignon´un matmazelleri
ovuşuyor memeuçlarını özlemiş kaba köylü elleri
ağzına fermuar çekerek vuruyorlar Hippomenes´i
öğütülen bir buğday tanesi gibi uyuyor vicdan
uyandırmıyorum
sabaha kalsın insanlık, sabaha dünyalılık
sabaha iyilik güzellik


Murat kayali

Sözler Kağıtlardan Kurtarılabilir Di

„Yaşamın bir anlamı varmı?“ sorusunu soruyor aklım
Aşkı anlatmaktan başla istersen!
Ömrümün kırık çerçevesinden önce yüreğime bakıyorum
Sonlandıramadığım yollara giriyorum, çıkmazında ayrılıklar
Belki li ve miş´li kuramlarım güldürüyor aklımı
Diyor ki bana:
„Gördün mü açıklayamıyorsun!“
Yüreğim, yüreğim ancak ögrenebildi sevmeyi ve sevilmeyi, gülme bana.
Hem biliyormusun, sen zaten aşktan anlamıyorsun.


Kazanç ve kayıp çizelgemi önüme koyuyor zaman
Hesabını yapması senden!
Avucumdaki insan sıcaklığından ve bana uzanan ellerden sayı çıkaramıyorum
Gidenleri ve gelenleri acaba toplamalı mı yoksa çıkarmalı mı?
İşim olmadı böyle hesaplarla, insanın insanlığı azalmamalı
Yaşamış olduğumuz hiç bir zaman kayıp sayılmamalı
Tarihlere suskunum!
Senin aktığın yerde aktım, durulduğunda duruldum
Ve ey zaman, ben senin bin yılı bir ana sakladığını duydum.


Fotoğraf albümünü önüme koyuyor anılar
Kendimi tanımadığım zamanları hatırlamamı istiyor benden
Resimlere bakıyorum
Parmak basıyorum önlüklü bir çocuğun resmine
„Bu sen değilsin!“ diyor bana gözlerim
Şaşırma!
Uzun bir yoldan da uzundu varmak senden sana
Ne çok şekil değiştirdim ben
Etimden tırnağıma
Ne çok yer değiştirdim ben
Çölünden ormanına
Sesimin ahengini
Yüzümün biçimini
Değiştirmedim bir tek, pusulama yön veren yüreğimin sesini.


Yaşamın kıyısında duruyor içinden çıkardığım
Bir vahiy dinler gibi susuyor fırtınalardan kurtardıklarım
Kimbilir belki de artık güneş hep açabilir
Artık herşey yaşanabilir ve sözler kağıtlardan kurtarılabilir di.




Murat Kayali

26 Kasım 2009 Perşembe

“hiç birbirine çarpan kuş gördün mü

havada.

ama insanoğluna gelince üstelik yerde

neler olduğunu

biliyorsun?”


Ece Ayhan

GEL-GİT

Üzerimizden bir ruh geçti,
başka birinin ruhu,
kokular karıştı sıvılar, katılar, hayaller,
yazılar, kafalar karıştı…
renkler karıştı, diller dolaştı, tirtir titredi tenler,
dudaklar…
karışmayan tek şey var
kalpteki parmak izleri…
kelebek dersem git,
git dersem kal…
Birlikte bir yere gidelim,
arkadaş olarak…


papillon

Med - Cezir Çıkmaz

[med-cezir çıkmazı]
.
bu cadde med cezir çıkmazı,
arkasında kalabalıklar.
soğuğa yenilecek bu akşam,
kalabalıkta bir adam.
belki de med cezir çıkmazında...
.
kaybolup gidecek belki:
bir bir sayarken sokakları yorulacak.
lambalar yanacak,
köpekler uluyacak.
insanlar ve bu adam yutan şehir,
işte böyle uykuya dalacak.
kalabalıklar ardına saklanmış,
med cezir akşamlarında...
.
eskisi kadar görünmüyor artık yıldızlar.
çocukluğumda sanki daha çoktu.
buğdaylar daha bir sarı,
ekmek daha bir ekmek,
köyümüz daha bir köy,
insanlar daha bir insandı.
insanlık hep mi kötüye gidecek?
söyle bana isli lamba!
bir ekmek daha yiyebilecek miyim,
ağız tadıyla,
med cezir akşamlarında...
.
bu cadde med cezir çıkmazı.
ve bütün sokaklar tıpatıp aynı.
yıldızlar işte burada kayboldu.
ve bir adam burada doğdu,
bir med cezir sabahında...




mustafa nazif

Bir Ölümsüzün Siborg Portresi


“Ne zaman diyeceğiz can sakisine, ne duruyorsun,
tutulduk bikere, düştük yurduna senin,
selam ver
hatırımızı sor....
Ne zaman bu addan sandan geçeceğiz, ne zaman? (ey Nefertiti)
Can meclisin halkasına ne zaman hep birden girip oturacağız.”(Rumi)

Karanlığıa sığınmış derin uyku ummanındaydın oysa,
En kısa uyku seninki oldu Nefertiti,
Bazen usulca yağan yağmur ve esinti sesi çınlıyordu kulaklarında.
Papirus’u rüyalarından eksik etmeyen sen,
Ansızın Orion’dan süzülerek kondun deftere, borges’in aşiyanına,
“Nereden geldim? Burası neresi? Kim döndürüyor beni Borges’in düş tarlasında ?”
Sessizlik
Sessizlik,
Sessiz..
Gövden hayatın önünde Nefretiti, sefere gidiyorsun bu akşam.
Huzur dile Tanrılardan
Kara bulutlar ayı örtünce
Huzur dile zihnin bahtsız şaşkınlığına
Ve Papirus işlemeli tavanlarda gövden gibi uçuşan endişelerim için...

* * *

Nefertiti geçiyor
İronik bir politik mit !
O ilk ihtiras...ilk yenilgi...ilk Hedra Helix, ilk “KADIN”, ilk Aşık !
Nil kıyısına bakarak çığlık atıyor:
“ Benimle iç, büyü, eğlen ve sev”.


Senin için şenliğimizi kutluyoruz,
bilinen ahengi usulca hareketlerle birleştirerek
( bu kez sen dönüyorsun dünya değil !)
kurnaz dansçı
eski şarkılar eşliğinde değil.
Su katılmamış bir segah’la:

“gelmek elde olsaydı, elbette ki gelmezdim.
gitmek elde olsaydı, elbette ki gitmezdim.
en iyisi şu idi bu fesat alemine,
ne gelip ne bulunmak, ne de gitmek isterdim” (Hayyam).





Cavit Mukaddes

İkamesinde İnsan

I

bir yürüyüştü
kendine has mevsiminlerin doğasında
zaman içinde farkında bir an
... mahremane...
ılık, yağmurdu
beyaz bulutsu
yeşil sarılan sarmaşık coşkusuydu
sessiz yaşamların terennümü

mavi devinim
dalgalandı
vurdu tüm kıyıların korunağına
duygu isyan eder üstüne çok basılınca

II

“Ne önemi var... evet ne önemi var sahip oluşun, mesele kaybetmeye gönüllü olmak, kayboluşun gözlerine yürekle bakmak. Ve o büyüden beslenmeye, ve o meyveden umudu bilmeye...”

çekin artık eteklerimden susadığım sularınızı
kıraç kalsın bu topraklar
çöl olsun barınak vadilerimiz
sevda vahaları seraplarda can bulsun
kederlensin tomurcuklar
hüzne açılsın güller

ne çıkar

görün ki yazdık başka bir yönümüze
direnişimizi
vazgeçilmezler elfazı umutlarımıza

mevsimi sefil
baharı kısır
yaşamadık mı yıllarca

bereket tıkanmış bir pipetten
emiliyor iktizalara
ölümü erteleme misali
damıtılıyor kursağımıza

korkularımızı besledik
korkularımıza yenildik

erkleri nisyana sattık
bedeni ölümlü yazgısına
uyuştuk dünyamıza
ederi umarsızlık

yine de
gördünüz ki
eziğimize boynumuz eğilmezdir

“Her... evet her eksilişin ardından, yola koyulan bütünleniş. Usul-ağır, sessiz-aksak yenidenlik sevdası, bekleyişlerimiz için aslında.”

III
şimdi ufuk uzağının ötelerinde
bir çizgi açılıyor yakın boyutuna

dur bir an, durul biraz
dinle
belki de…belki
bu...
sonsuzluktur kavuşmak isteyen kalıntına




Efsane Hoshbaht

Işıklı, Diri, Tek Başına

Oysa lekenin iklim-çağrısı beyaz
Belki yarı-aydınlık,devinimin utkusu
İlk kararsız erinci yüzünde ustaca
Yine nesneye yükleyerek tüm suçu.
Ve irkilip ışığa uzanıyor,ey gün
Öyle uzak,gövde-ötesi yere basışın
Zamanın kadranı,kilimin püskülü
Salt bakışla yer-değiştiren faraş.
Nedense yalnızca bu aynaya bakarken
Yerleri süpürmek istiyorum.

Bir rakamın alev duruşu
Işıklı, diri, tek başına
Parmağınla devinen o şenlikli çoğalışa eşlik-eden
Plastik dokunuşlar içinde
Peki, bilmek için toplamaya çağrılı gibi
Kalem- asalara tutunan bilge-mercek
Bilmek mi anlamak
Anlamak mı bilmek


zaman, görüntü-sözcük oyununda
ilerleyen gölgeyle salınan imge-tipisi
öyleyse
manavın parıldayan rengine adanmış arastada
hem yelkovan hem de akrep
elma.
Yani nesne-aşkına açarken şişeyi
Terazide zamanı içiyorum yalnızca.




Şafak Çubukçu

ATTAR'LA KONUŞMA

dîvanım dîvaneliklerle dolu
diyordunuz, indim ağır ağır
dimdik merdiveninden zamanın,
bir ses verin bana, diledim,
bir başlangıç sesi verin dedim
ve dinledim: Bir tüy düşürün
kanadınızdan bu ülkeye, başka
ülkelere uçup gitsin ince usul
kurduğunuz nakış, dediydiniz,
bir tüy ki değdirsin şehirleri
birbirilerine, açsın sesleri
seslere bağlayan giz kilidini,
dağıtsın anlama bürünmüş tüm
anlamsızlıkları, sırrınız size
kalsın, sizde kalmasın sakın,
yaptığınız resimden artık sakının.

Kan kokusu, demiştiniz yüzünüz
yorgun hem dingin, işte bana verdiğiniz
son ses, son anahtar, son korkusuzluk;
söyledim ve hiçbir şey elde edemedim,
doğru; sustum ve kazandıklarımı
ayrı bir güneşe, ayrı bir geceye sakladım;
doğru: Benden kopan tüyün savrulduğu
ağır ağır çıktığım dimdik merdivenden
aşağı doğru. Yıkılacak bütün şehirler,
silinecek harflerim, parçalanacak taş
tabletlere kazılmış yüzüm, simsiyah
kalacak dîvane dîvanımın kâğıtları:
Kavruk, okunaksız, boşlukta şimdiden
külliyen külüm.




Enis Batur

KESİKLER_ _ _

anlatılmaz.bir bakışın geri dönmeyişi.
sonsuzayan mesafe, ırakaksayan göz.
verev bir kesiktir, geçmemiş miş’li.
iletişilmez.
kaç vücuttur büyümüştür sükut.
özoyunlarının bir hemen mızıkçısı.
aynı avluya terkedilmiş bir
çocuktan. yağmur vermiştir göğüme sıkkın.
gecelerin geniş zamanlı
rahlesinde.
Hurufi esrarını okuduğumuz ayın.

aşk mıdır bir deniz çekilmiştir...



Özcan Türkmen

Maske

benim aryam bu, benim masalım
öylesine hissettiğim ta içimde
de ritmine adımlarımı uydurduğum
uğrunda şimdilik bende kalsın
ne öyküler tutturduğum
zamanın durduğu yerde olurum
çaldığında, dururum da zamanın
durduğu yer olurum çaldığınca
tutarım sarı taftadan kabarık eteğimi
ve karanlık labirentinde kentin
koşarım kanallar boyunca
benim aryam o, o kadın benim
ayışığı ile yıkanan köprülerden geçerim
selam veririm geceye ve yaşlı kiliselere
yüzümde ölümce suskun bir maske
ile benim o kadın , o arya benim
la donna e mobile, la donna e mobile



(*La Donna e Mobile, Rigoletto, Verdi)
YAZARI: Feryal Tilmaç

(H)içsel Senfoni

-I-

... ve yoksun: mevsimsiz bir kışın en ücrâ köşesinde, üşüyorum... ve belki de; / ya da hiç olmadın, bir illüzyondu sen'li ya da sen'siz yaşamak... ismini söylemeyen şarkıların mahkumu, bir garip güftekâr'ım / bütün isimler sen(in)di, ya da kendimi kandırıyorum: / belki de hiç ismin olmadı... üç nokta ile başlıyor her cümlem ya da öyle bitiyor: / belki de öyle bitmeli, öylesine sonsuz, öylesine sen'siz...

-II-
... yaşanmamış bir zamanda, söylenmemiş kalburüstü sözler / ya da sümenaltı ettiğim fakîr cümleler.. ya sen'li / ya da sensiz öylesine söylenmiş: bir keman çağıltısını andıran, belki de ağlamaklı bir ses'ti kulaklarımda çınlayan... âh, yok'sun (um), gel(e)medim / belki de hiç çağır(a)madın...

-III-

... bir kısır döngüydü yaşamak, ne yana dönsen kalabalığa çarpan bir yanın ve yine ne yana dönsen kalabalıklar içinde sana çarpan diğer yanın: "yalnızlık"... adını koymuyordum hiçbir şeyin veya öyle bir şeyin belki de öyle bir şey hiç yok'tu / var'saydık, kandırdık... kandırıldık... belki de hep o bir şey'di peşinden öylesine sürükleyen ve öylesine kandıran... âh dünya... belki de öyle bir şey'sin sen....

-IV-

... üç noktalarım: sükûtun aynası belki de... ya da bir kuyu öylesine dipsiz ve de karanlık... bir atış yürekte veya bir bakış, gözün en bebeklerinde... ve bütün bunlar; üç noktadan dışarı taşanlar / belki de oyundan atılmış bir çocuk gibi öylesine mahzun, öylesine küskün, öylesine sürgün...
-V-... hayal kırıklıkları(m), öylesine bıkkın, öylesine yorgun ve öylesine tuz-buz!.. kim temizler yüreğime batan cam kırıklıklarını / söyle... dost(umsu) mu? can(ımsı) mı?... ey hay'ât; attım gitti seni / ve sen uçurumdan aşağı yuvarlanırken; ben başım önümde, çekip gideceğim arkama bile bakmadan... / artık bütün bilinmez'likler ben'im...

-VI-

... bitmeyen şiir var mıdır?... ya da hiç duyulmamış ses?.. ya suret'ini kaybetmiş ayna?.. hep doğru sorular vardı oysa, öylesine cevaplarını kaybetmiş... öyle'sine aklıma gelenlerle bir senfoni'nin deşifresi: sus artık!.. yorgunum, sen beni de bekleme kaptan... seyir defteri mi? / belki de çoktan kapandı / veya belki de seyir defteri hiç olmadı...




Mustafa Nazif

E.L.M.A

Uykudan uyandım
Gördüğüm rüyayı asla hatırlamıyorum,
Gün öğleden sonraya akıyor, ardından tekrar karanlık,
Tüm bu değerli zaman zarfında : Ne oldu?
Birkaç soğuk çiçek diktim, otları ayıkladım
Biraz okudum,ardından temizlik yaptım,
O gün, çalışmamak için kendime söz vermiştim ve öyle yaptım.
Ansızın umut dolu bir titreşim buldu beni,
Sonra yok oldu !
Tanıdık atkısıyla yanımdan geçtiğini gördüm,
Yanık ağaç kokusuyla sarhoş etti beni.
Onunla konuşmadım,
Benimle konuşmadı.
Aramızdaki samimiyet şimdilik yolculukta
Dinginiz ve sakin (her ikimiz), ve bir elmayı eşit paylaşan iki dost gibiyiz.
Birisi elmayı ısırıyor, sonra “öteki”.

Elma yok artık!




Jane Hirshfield
Türkçe Çeviri:Sur Ortaylı

İLHAM NÖBETLERİ

kırarsın bazen ekmeği
öyle buğu falan da çıkmaz
bayattır
ya da
ısıtılmıştır bir bayatlığın üzerine
ama masana doluverir
ilham perileri

masanın altında
açlıktan ayağına göz koymuşlar
kalemini oynatmaya başladın ya
hemen kıskanır
ilham kedileri

biraz içeri gir
dil ovasının altında binlerce şair
-mezara nasıl da yakışıyorlar
yaşarken kemirilen cesetler-
onlara gülüyorlar
ilham pireleri

öpüştükten sonra ağzımda
ispirto tadı bırakan kadınlar
girer rüyalarıma
ama öyle değil
ne kadar küçülürse küçülsünler
mide bulandırmıyor
ilham sinekleri...

Özge Dirik

YER YOK BANA

aklına kuşkonmaz bir yolcuyum
yasak hevesler büyür içimde
sağanaklara tutulur çalarım zamanı
kediler yarışır aşkın atlasında

kuşlar kalkıyor dallarımdan
uzaktan yaralı bir kalple bakıyorum
hangi acıya saracaksan sar yaralarımı
imtina ediyorum hayattan
kuşladım çünkü bütün yuvalarımı

oyalandığım bütün istasyonlarda kalbim oyulur
savurdum kendimi gecenin havzasına
aklımdan kaç kuş havalandı kaç kuş döndü yuvaya
kime ne taşıyorsam kalbimi avuçlarımda

bulsam yalnızlığın biçimini
sever miydim yine de seni
benim avuçlarına sığmayacak bir kalbim var
uzaktan yakın olan herşeyin acısı fazladır

hangi kalp taşıyacak kadar ustadır aşk ağrısını
kentli yalnızlıklardır çoğaldıkça kaybolan
ritminin yarısı senin olsun
bilerek unuttuğum bu şarkının

reddettim bütün kabullerimi
bir kez daha kutsadım kendimi
anladım hiç bir aşta yer yok bana
beklediğim yağmurdan da ümit kalmamıştır




Bayram BALCI

Enis Batur ile Gece Söyleşileri

Şiir sıfır noktasında başlar, demiştiniz, "sıfır
seslenmeleri"nde biter, yanıtsız olduğunu baştan
bildiğiniz bir sorunun yörüngesinde, “toz” ile “zerre”
arasındaki Zaman diliminde.
Karamsarlığın rengi var mı, diye sormuştum, bu sorunun,
beni bu girdâbın içine çekeceğini, bile isteye.
“Eccentric Path”’ı tutan en
karamsar Şairin, Aydınlık Tanrısı ile söyleşme
yollarını aradığında –Ne zamandı o-, biz kendi
“Dürftiger Zeit”’ımızdan “bir firar hazırlığı içinde”
iken, “Karanlık Tanrısı”nın sesine, sesi olmazsa bile
bir ünlemine kulak kabartmıştık.
Ağzınızdan kimsenin şifresini çözemediği bir “avuç
kelime” çıkmıştı, gecenin en karanlık anında, yola
düştük, çoğumuz yolun ortasından geri dönmek zorunda
kaldı: Öyle bir fırtına, toz, duman, her yeri sarmıştı
ki, şimdi dönüp baktığımda kimseyi yadırgayacak
değilim, oysa siz “Beni yadırga”yın demiştiniz: Şimdi
soruyorum: Geldik mi ki? Yola devam edenlerimiz, her
biri, sadece "bir parça" akıllarında tutabildi. Sonra,
asıl şifreyi hatırlamaya çalışırken, her hatırlamanın
ne kadar başarısız olduğunu anladık: “Tam kavuşacağım
an sıvışıp gidiyor elimden, dibe iniyor, en dibe, ait
olduğu yeri buluyor” diyenin siz olduğunuzu, besbelli,
yine unuttuk .
Gene de, avuçlarımız boş döndük, denemez: Şimdi kim
saracak yanıklarımızı?—Ama nedir ki bu yanıklar,
“omurgasına doğru” çözülmeye koyulan “tekne”nin
karşısında? Tek bildiğimiz bu şimdi: Hava ile suyun,
düşünü eşelediği terk edilen teknenin içinde kalmış
olsaydık, o “hamle” ile “direnç”; o “rastlantı” ile
“güç” arasındaki bir anda, “rosebud”ınız gözümüze
ilişebilirdi. Orada, en azından, izleyen, gördü,
hatırladı “rosebud”’ı; buradaysa kıyıda kimse
kalmamıştı: “Adanın içlerine doğru” gitmişti herkes.
Sizinle gelen bir avuç karanlık yolcusu, tuzun sinsice
işlemeye devam ettiği uğultulu teknenin her köşesinde
rüzgârın sesini duyuyorlar şimdi. Yolculuk bunu onlara
öğretmişti: Frenhofer’in gözlerinden yansıyan
Başyapıtın alevlerine tanıklık etmekle bulunabilirdi
belki rosebud’ınızın anlamı.

Teknenin çözülüşü, hatırlamanın tersine çalışır ama.
Döndüğünüz bunca yolculuğun katmanları, artık,
sanrısal dalgalar yayar çevreye, ölüm bu dalgalar
arasında sürekli bir şimdiki zamana dönüşür:
Yabancılaştığımız doğayla tekrar barışmanın yolu,
yalnızca onun göçme sürecini paylaşarak mümkün artık,
ola ki, şiir ile tekne arasında bütün benzetmeler,
metaforlar, böylece, ortadan kalkar. Bunu kavramak
için başka bir dile, başka bir inanışa gereksinim
vardır. Teknenin omurgasının çözülüş süreci içinden
Gelecek kavramı bu noktada ortaya çıkabilir
mi?--Sizden öğrenenlerimiz hatırlar çünkü: Bir tek
karamsar şairin “pençeler”i Umudun etine sıkısıkıya
sokulmuştur.




Hamid Farazande

Aynanın Sesi

( Fikir Yiyen Tükenmez Kalemlerden )
Çekilen sifonlardan boşalan suyun tok yol alışı, parçalanıp, yoğaltılana dek. Apartman boşluğunda yankılanan bir martı kahkahası, boşluktan büyük.
Sıcak, yüzüme çarpık ısınan su.
Nanna nana nanna na na na…
Üst üste vurarak iki dizeyi, iki ritimli bir müzik.
Tuftuf tuf tuftuf tuf…
Martının kahkahası çalıyor sanıyorum önceleri, diğer sesleri. Kahkaha sustu, işte alıp götürmüş, haklıymışım.
Mumun sesi, aynanın sesi…
Kızgın çerçeve, kapatıyor boşluğu çat diye. Bense, bunca ses kime ulaşmayı ister ki diyorum.
Neden bir ses diğerine katılmaz, başka biri sadece onunki duyulsun ister. Düşünüyorum.
…yalnızlığın keyfine kalabalık varmak. Kalabalıkta kimsesizlik.

Serinlemiş yüzüm, biliyorum uzun dayanmayacak. Kayıtsız, hayalet sesim, çıt yok.
Menzile doğru perde perde, eğilip bükülerek yükselen sesleri dinliyorum.
Böylece karar verdiğim gibi kalabalık varıyorum keyfine yalnızlığın.
Aynanın sesi kırılıyor kulaklarımda; sıcak, pek uzakta esinti…




Cemil Atik

Balad I

Vaha satıyor kavruk çaresizlere uyanık tacirler
çöllerini unutsunlar diye.
Ruh yamalarının bini bir para,
ne var ki nafile…
kör kuyuların ağzında hep o müstehzi gülümseme,
bütün yol haritalarında hep o eski çıkmaz,
ne yapmalı, nereye gitmeli, kime sormalı.
Biz ki şarkılar söyleyerek ateşler yakmamış mıydık
korkmayalım kendi karanlığımızdan diye
ve her defasında kendi ateşimizde kavrulmadan önce.
Şimdilerde eşelenmekteyiz küllerin arasında
yeniden doğmak için satırbaşlarında.
Söylenti yayılıyor doğuya doğru:
imgesiz bilim Alzheimer olmuş
kafasında kağıttan bir külah
çocukluğunu arar dururmuş.
Biz ki ürkünç mitolojiler düzmemiş miydik
mezar taşlarını unutalım diye
ve avutucu efsaneler yakarmamış mıydık tapınaklarda,
telaşımız tarifsizdi ve acımız derindi aslında.
Şimdilerde tanıklık etmekteyiz
bütün ihanet meşalelerinin sanıklığına.
Anlamlar bir yük gemisinin ambarında sürgüne gönderile.
Vaha satıyor kavruk çaresizlere uyanık tacirler
çöllerini unutsunlar diye.
Havada bir toplu intihar kokusu,
yaralı hayvan soluması neşter yememiş dehlizlerde,
düşmanın adı belli, eşgali belirsiz
kaçmaya da gelmez saldırmaya da.
Biz ki kandırmış ve kandırılmamış mıydık
ince bir mide bulantısı pusuda beklerken.
Diyelim ki dünyanın bütün borsaları batırıldı
bütün simsarları kurşuna dizildi
ve hamiline çekleri yasaklandı tutunamayanlarca,
yani Oğuz boylarının disconnectus erectus’larınca
peki ya sonra?
UBOR-METENGA ne olacak mesela.
Eski bir broker’la eski bir Etiyopyalı işsizin
kim durduracak iç kanamasını.
Kim dindirecek eski bir komünistle eski bir demokratın
ığıl ığıl sızısını.
Bu nedenledir ki ferman çıkarıldı cebraillerin üflediği vahiylere
günü geldiğinde çekiçli filozoflarca: siyaset ola.
İlmik ilmik ördüysek yazıtlarımızın kılavuzluğunu ve kutsallığını
yeniden sökmek içindir.
Barbut sevmeyen bir kozmos ustasının kaosta kayboluşu mu
zaferimiz ve trajedimiz yoksa.
Şimdilerde oyalanıyoruz modern postlarımızla
ve vaha satıyor kavruk çaresizlere uyanık tacirler
çöllerini unutsunlar diye.
Diyelim ki dünyanın bütün namlularına karanfil
takıldı komandolarca
ve bütün gayri safi milli hasılalar toplandı çöpçülerce
peki ya sonra?
peki ya benim kahrım, ya senin ağrın.
Kim yazacak tabula rasalarımızı
ne yapmalı, nereye gitmeli, kime sormalı.
Telaşımız hep tarifsizdi ve acımız derindi aslında.
Biz ki bir çakıl taşı misali özgür olmanın imkansızlığında varız,
ne tenden geçeriz ne tinden
ve hep vurgun yeriz derinlerden.




Çağlar Tanyeri

Hayat An'ı

gelgitlerimizin girdabında ayrılır
...da'lar
...gi'lerden.
sular terleyip
başını kayalara yasladığında
yeniden yaşansa'ların
mutlu cesetleri vurur kıyıya;
ve şişe içinde bir kelebek...
mi
güllerin tacına kanıp
avucumuzdan kaçan o şey ?
gizemli bir öpücüğün nemli izi kadar ömürsüz
alnımızda ansızın kuruyan.
güllerdense bir şey olmaz;
olsaydı, kalmazdı görkemli aşklardan geriye
külrengi alışkanlıklar.

ihtiyacın,
cesaret değil; korku !
korksaydın kurtarırdın;
örümceğin tükürüğünde boğulan benekli
hayat an'ını
usulca çekerek
küflü mantarın en küçük gözeneğinden.


dip not : korkakların arka bahçesine sakın girme; toplu mezarları vardır kelebeklerin;
cam kırıkları batar ayağına, aptalların ıssız kumsallarında gece yarısı yürüme !...



Hakan İşcen

Merovenj bir yas

Dalgalar büyürken
Denizin yeşiliyle omuzlarından dökülen harmanisinin taşları ışıldıyordu.
Bir kök-boyu ağacın ardında bembeyaz sakallarıyla bir adam saçsız bir adamla
Konuşuyordu.
Gece ilerliyordu ve sen bu gecenin uzağındaydın.
Kürksü bir deriyle sarmıştık bacaklarını.
Geniş kemerin,giysinde alevlenen o imge-aslanın çığlığıyla bedenini kucaklayan
Duru bakışlarını tanıyordum.
Sol elin alnımdaydı.
Yorgun bir büyücü,elinde sarsılan bir kargıyla izliyordu küçük çocukları.
Denize yakın bir kayanın üzerinde suya arkasını dönmüştü
Morgene.
Yüzündeki o kutsal kehanetin gücüyle.



Şafak Çubukçu

Suskunun yazısı

suskunun yazısı...

Yazabiliyorken ellerim,görebiliyorken gözlerim ,yüreğimin kolları
sarabiliyorken gönül şehrimi,kalem dağılmadan kağıda akışkan bir üç nokta
ile gidiyorum gidebildiğimce...Bitti diyemeden söze tekrar başlıyor kelâm.

Ve
araya sindirdiğim bunca bağlaçla yürüyor yazı yazgısınca...

Bir kuş kanadında uçabiliyorken gönlüm bazen, içtikçe susadığımı görüyorum
pınar başında,bu tuz ,bu susuzluk ,gitgide kuşlara bakışımı
arttırıyor...Kuş olup uçuyorum belki de gönlümce...ya da vurgun yer gibi
dibe çöküyor kentlerim...

Bir deniz arıyorum belki de,sözün tam burasında...dalgasında haşinlik
olan...yosun kokan her adımında...ve kalbi olan herkes ,kalbinde denizine
hasret sanki...Öyle yakın ki karşı kıyı ve öyle uzak ki güneş...deniz
kızlarını anımsatıyor denizli her masal...yakamozlar arıyor Yunuslar...

Ve yazı yazgısında kararlı yol alabiliyorken...kararsız da olan tüm yazılar
noktada kalamıyor bunca üç noktadan sonra...Hep bir öncenin bir sonrası,bir
son anında bir öncesi var...ezeli,evveli gittikçe uzayan yollar...bu yazı bu
yazgıda bitmez ki hiç...


Bir mavi tutunuştu her şeyim hiçbir şeyinde...
Bir uçuş ,bir kanat açıştı mavideki her şey...
Hiçbir şeydi..
Her şeydi...
var edenin var ettiği kadar mavi...
Düşler,düştü ellerimden ...düş oldu
yoktu ki zaten.

Hiç beklemezken ,hep beklemezken
sonunda vara vara yine kendime vardım ..içime...
meğer ki kalbimizmiş...
kalpteymiş ...

aşk bahane olmazlarıyla ve olurlarıyla.





Hale İzgi Özçiçek

Kilitliyim şehrimde
Kurtulamıyorum renklerin gazabından
Kader çelik mahmuzlarıyla çanımı yakıyor
Gözlerimi açamıyorum korkunun acısından

Grilerden kurtulamadı Istanbul
Yüreğimdeki kasvet
Şehrimin semalarına da bulaştı
Ne yazık!

Kedilerin karası
Kitaplarımla bile arama girdi
Kedilerimin sarısı kucağımda otururken

Canım kendimi bile çekmiyor artık
Saçlarıma bile dokunamıyorum
Isteksizliğin sinsi keyfi yapıştı yakama
Bırakmıyor
Annemi bile aramıyorum
Elim telefona gitse bile
Tuşlar kaçıyorlar sanki benden…

Yalancı oluyorum

Tanriya bir uyku sipariş ettim dün
Uzun, inci beyazı parlak bir elbise giyip
En sevdiğim kırmızı saten nevresimimi serip
Üzerinde kandelen gibi yatmak istiyorum sensizliğe
Gözlerimi sıkıca kapamak
Ve son kez koklamak
kokulu çaylarımın buharına karışan sandal ağacı tütsümün kokusunu
külleri çıpak ayaklarıma düşsün
ninnim olsun kedilerimin mırıltıları
yastığıma gömerken ıslak sarı saçlarımı

üzülme yanımda olamadın diye
ellerimi de tutamadın nasılsa
varsın bakma son kez deniz mavisi gözlerime
yalnızlık çok uzun zamandır gölgemdi zaten
bu yarı karanlık hayat yırtmacında


uyumak istiyorum




F.Pınar Saltadal

Ümitsizliğe düşenlere…


Ümitsizlik şafakta kapıyı çaldığında;
yani umut daha henüz doğarken
ve dün ile bugünü ayıran çizgi
bulutların arasında kaybolmuş,
ve güvenin gidisinden bu yana
hayli vakit geçmişken.
Sevgi üzerine söylenecek pek bir şey
kalmamış hayatta
diye mırıldanırken kendi kendine
ve atamazken içindeki bu hüznü
karanlığı,
ve boşluktaki yürüyüşlerini.

Gözle yalnızca bir ağacı.
O ağaç ki değerli bulmuş bu hayati
büyüyüp, serpilmeye.
Uzatmış benliğini göğe
ve güvenmiş
havaya,
suya
toprağa.

Göz kamaştırıcı bir özgünlükle
tılsımlı gecelerde salmış saclarını.
Şehvet yüklü esintiler
taşımış
tohumlarını.
Ve gebe bırakmış uzak
toprakları.

Her yer buram buram
aşk kokarken
ve öpüşürlerken sevgililer
sen küstüğünde
ve içerlerken aşktan
kana
kana

zannetme ki sen bu aşktan
mahrumsun!
Fakat düğümlenmiş kalp ne kadar sevebilir?

O akça pakça
kadının
kolları,
elbet
ister
seni de
sarmak
silmek
gözyaşlarını
zarif
dokunuşlarıyla

İzin ver
girsin bu tılsım
kanına!
Eritsin içindeki
donukluğu
aydınlatsın
karanlığını!

Ve korkudan kasılmış
omuzların
canlanınca
yeniden
ilk karıncalanmayla.
İste hissedersin
o zaman
ilk defa!
Hayallerindeki
yaşamını


Nilay Akyıldız

Her Şey İçin Özür Diliyorum

Her şey için özür diliyorum
Kendime maruz bırakıyorum seni
Yine de böylesi olmak sahici bir şey.
Yani benim böyle olmam ve başka türlü olamamam
Ben iyiyken her şey iyi.
Ben sapıtınca her şey sapıtmış.
Yani çoğul bir travma.
Şenlikli bir ilenç.
Çok iyi bir yalanı anımsatan rezil bir iç-döküş.
Çok iyi düşünülmemiş bir başeğmez serserilik.
Belki her ikisi.
Belki hiçbiri.
Henüz tam ayılmamış bir bilincin sanrıları.
Belki de hiç ayılamayacak ve yoksa istemeyen mi ?
Yine de her şey için özür diliyorum.
Kendime maruz bıraktığım için seni.



Seni yok diye tanımladım yıllar yılı.Bir gök-tengri dokunuşuyla bakışlarını
Açık ayetlere çeviren o özneye şirk koşan yazılı ilişkiler dizgesi.fer…
Nerdesin diye neyi çağırıyordum hiç soluk almadan.belki geometrik çiçek desenligiysiler o gövdeyi yalımlıyordu niçin niçin niçin diye.
Sen uzak ülkelerde güherçile ve koca bir kıtanın o devrimci utkusuyla
Gülümsüyordun.
Kançılarya ve kıskançlık,yirmi aşk şiiri ya da Kanadalı bir bayan biyologa
Tıerre del fuego dan yazılmış aşk mektupları.fer…anlıyormusun.fer..
Anlamadığın ve hiç anlayamayacağın sevdalı bir jongler çığlığı bu.
Yok olmuş bir zamanda yok olmuş bir dille karalanmış hüzünlü şeyler.
Şimdi alkolle savrulmuş bu modern yaşam cenderesinde hala ayakta
Duruyorsam seni yok diye tanımladığım yılları anımsadığım içindir.




Dinlen biraz
Soluklan
Uzun sürecek gece
İnan.


Teninden uzak
Alev-düşlere eşlik eden
Eşyayı anımsamaya çalış.


Anımsamaya çalış
Bir kez daha
Eşyayı yok eden parıltılı çığlık
Her şeyi kuşatmadan.


Nasıl da büyüyor
Savuruyor düşünceleri
; aklında neyi tutmalısın
neyi yeniden anımsamalısın.;


Dinlen biraz
Soluklan
Uzun sürecek gece
İnan.




ŞAFAK ÇUBUKÇU

Su Masalı

Aldatılmış bir kumsaldır zaman
parmaklarımı sayıp döktüğüm.
Herkes ölecek yaştadır orada
toprağı ayaklandıran bir yağmur altında
dağlara doğru süpürülmüş barakalar
ve hüzün,
en eski kavuştağımız,
kendi hâlinde bir dağ

Aldatılmış bir kumsaldır zaman
sesimi yanağına düşürdüğüm.
Herkes ağlayacak yaştadır orda
işlek çarşılardan kovulmuş
terazilerin bir kefesinde gözyaşı
diğer kefesinde kum
ve şehir ve Leheb
ve yenilginin kokusu
kendi hâlinde bir sis

Aldatılmış bir kumsaldır zaman
kalbimi çevirip okuduğum.
Herkes boğulacak yaştadır orda
herkesin koynunda ıslak bir dal
ve aşk:
parlak dalgaların gelip vurduğu
kendi hâlinde bir sandal



şeref BİLSEL

3 SORU

İki farklı yol türküsü,
bedenimizi ayrı otobüslerin
camlarına yapıştıran.
İki farklı zafer çabası.
Birimiz yenilmemek için hayatta,
birimiz diğeri yenilmesin diye.
Elinizdeki valizin anılara yaptığı gibi
bir evi gaz odasına dönüştürmüş
bir galibiyet tanımlanacaksa eğer akıllara.
İki farklı serzeniş.
Her insana bir çuval doldururken ben,
bir ellerim istediğiniz.
Elele tutuşmak marifetken
önümüzden geçen iki elsiz sevdalı.
Hüzün nereye uzanırsa, gözleriniz de oraya.
Satranç masası üstü hayalleri,
iki kare çıkış hakkı,
hakkıdır insanın çocukluğu.
Kimin tırnağı varsa o çözmeli düğümü,
kırılıncaya, incininceye kadar.
Kayalar da ağlasa çamur olurlar mı?
ne zaman üç yanlış bir doğruyu götürse,
elindeki sıfırı eksileme korkusu.
Şehvetle kaldırılmış mutluluk varlığımız;
iyi ki iki yanlışız...



özge DİRİK

GERİYE DÖNÜŞSÜZ

Her yüz kabulü parçalanmayı çağıran eliaçıklık,
ama,
Yüzüm yanındadır seninkinin, sırlı camın
değerbilirliğinde,
İmgeleriz birbirimizi içsel yakarıyla, bilirim.
Sakınmayla ertelediğimiz, gecikmiş an,
Kurtulsun dilerim kuşkudan; sorusundan gerçek mi,
gerçek mi?
Budur çünkü kesen elleri, göğümüzü şaşırtan,
Alıkoyan yağmur kokan otlardan bedenlerimizi.
Budur sorgulayan özdeş isteklerimizi, bağlansın mı
bağlansın mı bebekliğe?
İçinden geçmeyi seçerken bir durallığın,
Ürkünç devinimine zincirlenme korkusu; o esriten
kızıl değişimin.
Şimdi gözyaşı ve endişe küplerini gizliyor aşk,
kanadında.
Bilemediğimiz ayin, şarkılarını bekletiyor dil için!
Kaçtığımız her kare duvarına ekleniyor yuvarlak
avlunun, üçgenleri yok ederek sonunda tutsak
edileceğimiz!


Nilgün Marmara

Umarsız Aşka Gazel

Gelmek istemiyor gece
Ne sen gelebiliyorsun o yüzden
Ne de ben gidebiliyorum.
Ama ben gideceğim.
Akrepten bir güneş şakağımı yesede.
Ama sen geleceksin.
Dilin tuzlu yağmurlarca yakılmış.

Gelmek istemiyor gün.
Ne sen gelebiliyorsun o yüzden.
Ne de ben gidebiliyorum.
Ama ben gideceğim.
Kurbagalara atarak ağzımda çiğnediğim karanfili.
Ama sen geleceksin.
Çamurlu lağımından karanlığın.

Gelmek istemiyor.
Ne gün,
Ne gece.
Ölebiliriz o yüzden.
Ben senin uğruna.
Sen de benim..




Frederico Garcia Lorca

Eksik-Fazla

Sorular var aklımda
Cevaplayamadığım.
Korkularım var
Yüzleşemediğim.
Nefretim
Kimseye kusamadığım.
Tutkularım var
Henüz gerçekleştiremediklerim
Asla gerçek olmayacak
Kimisi
Bir de sevdam vardı
Bugüne kadar
İçimden atamadığım.
Sen vardın
Vazgeçemediğim
Şimdi yalnız ben varım,
Yalnız
Uçurtmasını rüzgara kaptırmış
bir çocuk gibi…

Yalnız

Modası geçti yalnız yaşamanın,
yazmanın.
Şimdi, yalnız okuma zamanıdır.
Ölme zamanıdır, yalnız…

Yalnızlığa Dair___

Aşk mıdır ölüme sürükleyen insanı,
Yoksa yalnızlık mı aşka sürükler?
Kalabalıkta yalnız hissetmek,
Dünyanın gürültüsü kulaklarında,
Huzur mu ıstırap mı?
Bak bir durum daha geldi aklıma:
Biriyle göz göze geldiğinde,
Tanışmak istediğin,
Yanıp kavrulmalı mı insan,
Başını çevirip başka yöne mi bakmalı?
Yanıp kavrulmalı diyorsan;
Seni bekliyorum,
Gözlerinde yangımı söndürmek için.

Aşk Dilencisi

sen her gece köşe başında,
paramparça urban;
kirli ellerinle, bir dilim ekmek için
avuç açan sefil insan.
inan ki farkımız yok birbirimizden,
belki sen, hayat boyu dileneceksin;
istediğin beş kuruşu biri vermez ise,
başka bir diyardan bir ikincisini
bekleyeceksin.

lakin ben; hayatta bir defa dilendim.
bir vefasızın aşkıydı, sevgisiydi derdim.
öylesine açık, öylesine boş kaldı ki elim,
yemin ettim bir daha dilenmeyeceğim.



Victor Hugo

Öyle bir hayat yaşıyorum ki,
Cenneti de gördüm, cehennemi de.
Öyle bir aşk yaşıyorum ki,
Tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de.
Bazıları seyrederken hayatı en önden,
Kendime bir sahne bulup oynadım.
Öyle bir rol vermişler ki,
Okudum okudum anlamadım.
Kendi kendime konuştum bazen evimde.
Hem kızdım hem güldüm halime
Sonra dedim ki ’söz ver kendine’
Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin.
Uçamayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin.
Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin.
Öyle bir hayat yaşadım ki, son yolculukları erken tanıdım.
Öyle değerliymiş ki zaman,
Hep acele etmem bundandı.
Anladım.


Nietzsche

Aydınlık

Hiçbir vakit tam karanlık değil gece
Kendimde denemişim ben
Kulak ver dinle
Her acının sonunda
Açık bir pencere vardır.
Aydınlık bir pencere
Hayal edilecek bir şey vardır
Yerine getirilecek istek
Doyurulacak açlık
Cömert bir yürek
Uzanmış açık bir el
Canlı canli bakan gözler vardır
Bir yaşam vardır yaşam
Bölüşülmeye hazır.



Paul Eluard

24 Kasım 2009 Salı

BEN (de) DÜŞ

gözlerin ölüm diyor
yaşıyorum
gözlerin yaşam diyor
ölüyorum

hergün silme acılar yüklü beden
savuruyorum
bir köşeye acı sürüp
yalnızlığına uzanıyorum

paramparça aynalar doğuruyorum
yaldızlı gölgelerin düşüyor üstüme
paramparça aynalar doğuruyorum
paramparça gövdemden

ellerimi kana buluyorum
sivri uçlarını şah damarıma sürüyorum
acıyı bilirsin
acıyorum

iklimler boşalıyor takvimden
simi dökülüyor rahmimin
korkuyorum

ölüm beni alamaz diyorum
boğaza karşı ağlıyorum
ölüm beni alamaz diyorum
üstüme geliyor koşar adım
apansız gömülüyorum

nedenlerim kayboluyor
sukut yokuşuna sürülüyorum
sürülüyorum yalnızlar ülkesine
karnım tok
acıkıyorum
acıyı bilirsin
acıyorum...



mustafa eryılmaz

La Fin du Paradis – Cennetin Sonu

IV.

…..
karanlık yolların içinde bulacaksın kendini
düşen kayalar altında ve uçak leşleri,
buna hazır mısın?
senden başka herkesindir bundan böyle Mare Nostrum,
ki, yüzünden gitmeyecek dalgalarının tırnak izleri.


ve belki de kalbin,
uçarken gökdelen camlarına çarpa çarpa düşen bir kuş olacak.
yavaşça düşebilecek misin,
dikkat çekmeden, acısız?
uzaklarda kalacak kendini adadığın yakınlar
başka bir sahneye dönüşecek birden bire dünya,
yabancı ve soğuk ve anlayışsız.
‘belki de bu tepenin arkası ’ diye bir deyim çıkmayacak dudaklarından
kaldırıp kendini atacak sokaklar

ve küfürler, ve siren sesleri ve sis
bir ağaca uzun uzun bakan cılız sokak köpeği
yağmur altında çocukların dövdüğü,
ve ölesiye kederli.


bir de kendinden başka herkesi affetmek zorunda kalmak
bunu kendine açıklayabilecek misin?

‘sonra’ diyecek anlatan, ‘sonra; yani onun için hep bir şimdi…’

yabancı kalacaksın kendi öyküne
ansızın yerinden kalkıp giden bir Ay
üst üste yığılı taşlar, yağmurla yağan
birinin gözleri gece

yanlarından hep uzun aktığın o ırmaklar
çoktan dökülmüş olacak bir denize.


ve yine biliyorum ki:
senin bunları anlaman için
şu an anlamaman gerek tüm bu söylenenleri.



Pierre Guyotat

Çev:Behlül Dündar

23 Kasım 2009 Pazartesi

Gündüz Vassaf'a ...

Şimdi zehirliyor ayak bileklerimi korku, artık nasıl yaşanması gerektiğini unuttum belki. ‘’Sana söylemiştim’’ demiştin, hangi düşmanı alt ettik, kimi tehdit ettik, yüzsüzdü, bir soyut/somut makineydi kavgaya tutuştuğumuz. ‘’Söyleyip gideceğim’’ diyorsun, nereye?.. Sözleşmenin sonsuz cümlelerinden alıntılar kulağıma eğilip fısıldadıkların; bozulmuş süt, ekşimiş şarap, şekerlenmiş bal. Tabanı delik kaba su döküyorsun, bana yaramazsa, fayda umar diye belki karıncalar. Deliliğinde kalacağım, çılgınsınız, ne de neşelisiniz; benden size gülmece çıkmaz oysa. Ağustos’u özlüyorum, o özel isim kışta. ‘’Denge’’ mi, nereye konacak diye bana mı soruyorsun denge noktası, çatışmanın eşinden sıyıracaksın sen, ellerinle kanlar içinde. Mutluluğu uzlaşmadan nasıl ayırt edeceksin söyle bana Vassaf ?... Bana mı tüm şiddetin, ben de önermede bulunayım diye. Bir avuç kişiyiz topu topu… Açmalısın sözü, başka sokaklarda, yabancı yağmurlarda ıslandın sen, vazet saf tutup dinleyelim, çünkü önermen uzlaşı içinde. ‘’Kıyamet tellallarını’’ sevmezsin, eskatolojik analojileri içinde çıkar saklıysa. STK kur, kamuoyu oluştur, bilişsel ve bilinçli ‘’doğru’’ düzeyine ulaştır fikri, sat malı sonra. Hemfikirim… Hangi mutluluk söylediğin, benim gönencimi taşır mı bir başkası, nirengi noktası ne ki bunun, cemaat başka, hoca başka. ‘’Söyleyip gideceğim’’, nereye?.. Karşılığı olmayan bir ‘’neşe’’ oyunu, tutturduğun yol, hafta sonu ekinde çıkmaz!.. Soğuk apartman köşelerinde alelacele ötekine söylenip, sıcak kabuğuna içgüdüsel kaçıp gitmek olmaz, ‘’mutluluğun formülü çok açıkken’’ artık. Gizli söyleyip, editör yal korkuyla oynadığını ünleyip nereye?..

Ben sana başka, senin kıyametinden söz açsam, ‘’mutluluk’’ önermenin başkalarının ölüm gerekçesi olduğunu söylesem, tam da istenen bu iken… Kendi düşüncemi alaşağı edip onu test etmek benim işim; oyun saklı anlamıyor musun, ‘’dur, bekle, gözlemle’’, büyük kurgu, ‘’kendini bil’’ başka. Kendi ütopyan bana vazettiğin ki, kabul edilmedi, en şiddetlisinden ret işte!.. Yol’u karıştırmışsın kardeşim, duvara bir ipek vuruyorsun şimdilerde, ne de kreatif… Umut vaat ediyorsan, ‘’o umut yok’’ diyorsan, çarpıyor zeminden önce boşluğa yoyo; çünkü seste hikmet var, çıkmalı sesimiz, bir aç doyurmalısın entelektüel işkembemizden önce. Acımızı hikmete faydaya çeviren bizler, başkaları beceremez bununla karın doyurmayı. İş çıksın istiyorum, göreyim ışıldasın elleriniz, ölümünüz bile işken… Bunun için doyurulduk, acıda neşe bulmak öğretildi bunun için bizlere. Biz başka ‘’neşeleri’’ tatmak, bilmek için eğitildik, bulaştırmalıyız şimdi kimsenin bilmediği yaşamı… Her gün kendini yıkıp bir put gibi, yeni putlar oymalı granitten ki, bilsin ve kendini yıkacağı zamanı beklesin. Çabuklaştırmalı, hızlandırmalı doğayı, savurganlık sadece bize bahşedilmişken tarafından… Çanları gözünde çınlamış, ah, bizler… Ağlarız arkasından Orhan Pamuk’un, Theo Van Goghe’un, hiçbiri arkasında kalmasın yaşamın, düştükleri toprağı bildikten sonra. Kahramanlar ölür yeni ‘’kahramanları’’ var çağın, hani yalan yapmayacaktık, hani aşacaktı tabuları insan. Daha çok coca cola, daha nestle çocuklara. İnsan hasadı, ayrık otu…
Acıyı bitirmek mi, acıda nasıl duracağını bilmek mi, en temel soru, ilki kötülük taşır…

^



Cemil Atik

Viral Akıntılar... II. Bölüm

Devasa perde açılıyor

dekor malzemesi haline dönüştürülen bedenler: birey, yurttaş, kişi, özne, devlet, ve özgürlük olarak çıkarlar sahneye… sahnede bedenleri olağanüstü devingen kılan şey kostümleridir… oyun başlar:
birinci perde: de seyirciler ikiye ayrılır:
a) daha önce düşünülür dünya olarak belirlenen düşünenler topluluğu
b) yetkin olmayan insanlar topluluğu

ikinci perde: de toplumsallık – toplum dışılık kant tarafından vurgulanır; genel insan kavramı yoğun olarak işlenir

üçüncü perde: de hegel, marx, lucas’ın görüşleri öne çıkar: gelecek umudu

seyirciler genel insandan / tarihsel insandan bahsederek salonu boşaltıp dağılırlar sokaklara….


İnceliği sürdüren şiirdir şair değil

zamanın bizde bıraktığı izlerle yol alıyor düşler… ağaçlara ve yollara tanınan şans zaman aşımında… camiler, kiliseler, müzeler ve parti amblemleri modernitenin gölgesinde avuçluyor yüzlerimizi…
ne kadar çok benziyor insan insana…

ayrıcalıklar ve güçler; yer ve zaman sınırları içinde çoğalıyor seçtiğimiz sözcüklerle…
en çok kimi görmeye alışık insan?.. kendi hayatını, hayatları, hayatsızlığını mı?.. kimde görülmek istiyor insan?.. ben’de, başka’da, öteki’de mi?..
sözcüklerin gerçek iletisi nedir?.. dil düşünceye eşlik eden şeyse, dili aktarımın aracısı olduğunu düşünenler neler söylüyorlar şimdilerde… oysa sözcükler varolduğundan beri yanıltıcı olduklarını anlamak çok mu zor?.. bunun farkına varan bir tek şairler olduğu için mi sevilmiyorlar ya da ciddiye alınmıyorlar?.. oysa şairler hiçbir insanın (felsefeciler hariç) yapamadıklarını yapıyorlar; çünkü onlar yaşamları boyunca sözcükler ve imgeleriyle hep bir iç diyaloga işaret ederler… gönderecekleri ve gönderdikleri iletiler her zaman dibin akıntısındadır… akış içinde yakalayan ve yakalanan gizli akıntıları izlerler… hayatın uyumundan çok iç uyumun boyutlarına sevecen yolculuklar yaparlar…
sözcüklerin dişlerini beynine geçirmeye çalışan ve yakıcı gözleriyle gövdelerine tutunan şairlerden başka kim var ki?..
“şair sürekliliği olan gelecekle kesişecek bir dili, bir düşünce tarzını önceden bulmak zorundadır.”

bir şair en çok neyi görmek ister; şiiri mi şiirini mi?..

bir gün, bir saat, bir ay;
hepsi birbirine çok benziyor

öfke ve sevinç; --sevecen kaldığı sürece—sözcükler kalabalığa dönüşmeden bir gerçek aramaz mı?.. ola ki aramıyor ve sözcükler kalabalığa dönüşüyorsa gerçek nasıl bulunacak ya da bilinecek…
hayatlarımızı, düşlerimizi ya da aşklarımızı birilerine kabul ettirebilmek için töresel konuşmalar yapmak zorunda mıyız?..
iyi ve dil arasında kurduğumuz ilişki ya da bağ ikna yöntemlerimizden biri olabilir mi?..
ihmal edilen soruların tamamlayıcısı olan yanıtlar insanda neyin / nelerin sınanmasıdır?.. hazır tutulan yanıtların gerçeği hedef almadığını ve bu yüzden olumsuz çağrışımlarla duyulan hayranlık gösterilerine neler demeli?..
alan yaratmak ve alanı genişletmek böyle bir şey galiba…

emredilen törelerin yaşamı ne kadarı günceldir?.. gündelik hayatın güncellik adı altında hayret uyandırıcı karşıtlar yaratmadıkça törenin bir nokta gibi sürekli çoğalması ve çoğaldıkça kategoriler oluşturması anlaşılabilir mi?
tutku ne tür bir mekân kavramıyla oturur / yerleşir şiire?..
ne tür olasılıklarla?..

çöpünü sakla izini kaybet

emredici akılların somut güçlerine dair inançlar, kurallar silsilesinden başka bir şey değil…
başlangıçta her şey bir izdi…
iz, yasalara boyun eğmeyenlerin zarı; buna gelenek denir çoğu zaman, azı zaman geleceğin güdüsü diye söylenegelir… gelenekle büyüyen, gelişen ve onunla yaşayan insan her türlü köleliği benimsemesiyle varoluş ölçüleri oluşturur; “oluş” bu anlama yakınlığı nedeniyle elbette yeni olmayacak ve elbette sezgisel yönü de daha çok falcı ezberinden öteye geçemeyecektir…
güdüler özgür insanın hammaddesiyken geleneğin malzemeleriyle misyonlarını koruyacaktır…

çünkü gelenek en uç otoritedir…
çünkü gelenek ahlâk güdüsüdür; bu yüzden devletlerin otoriteleri de burdan gelir…

toplumsal eylem bireysel düşünce

çıkarlara ve zevklere rağmen sınırlara yürümenin cezaya dönüştüğü dönemler henüz bitmiş / kapanmış değil… aksine daha da gücünü arttırarak meşruluğunu sürdürmeye ısrarla devam etmektedir…

cezadan daha fazla suç değilsem ait olduğum aidiyetler içinde bir kurbandan başka bir şey değilimdir…
kuralların yerine getirilmesi, alışkanlıkların sürekli tekrar edilmesi vaat edilen dert ve sefaletten çıkmanın yolları aranmadıkça her şey gözden kaçıyor / kaçırılıyor demektir…
kurallar ve vaatler hiçbir zaman insana sorulmaz ve de sorulmamıştır…


ben’ini aklında ve dilinde bir sakız gibi kim daha iyi çiğner / çiğniyor / çiğneyebilir?!.





Salih Aydemir
"ÖTEKİ-SİZ" Dergisi Ed.

I.

Ne güzel,
Sabah uyanır uyanmaz;
"Seni seviyorum"u söylememek!
Üstelik birde:
"Sevmiyorsan"!

II.

Ölüm,

Cadde kenarında bekleyen
bedava arabaya benzere!

Ölüm,

Çalma vesvesi uyandıran
Güzel bir arabaya benzer!



Richard Brautigan

Bir Başka(Yerden) II. Yeni

Porno politik
Aktif porno / sanatçı / şirket / devlet
Aktif polit / sanatçı / şirket / devlet



Pierre Boulez:
Ses
Ritm
Tonalite

Charles Ives, 3. M. Hauer

On iki ton:

Schönberg

Avustralyalıdır.
Anton Webern

Veee
Ablan Berg

Ve ve ve

Stravinski, Henze, Krenek, Stockhausen


Birde Achille Debussy…..ötede,kıyı-da
Diğerler İZLENecek gibi değil

Bir yanda Die Trüumdeutung’u Freud’un
Elbet Fromm ve vay anasını Reich

‘20 - ‘40 Fransa
Ece kenara çekmiştir Bunuel’i
34’de 19 diyor, ama olsun!
Şair midir Bunuel
Lorca gibimi/dir

İzlediniz mi “Süleyman'ın Masası”nı

Nasıl tutup denizi kıyıya vuran ucundan bir yatağın çarşafını kaldırır gibi kaldırıp bakmıştık altına…

Isidore Ducasse’ın takma adıymış
Comte de Lautrémont.
18 aylıkmış, öldüğünde annesi
Ya da intihar
Tarbes’e Fransa’ya gitmiş-gönderilmiş
Babasınca (10 yaşında)
Bir otel odasında biter yalnızlık
Ki hayatla eştir anlamı
Daha
24.yılıdır dünyada
Maldoror saplağı Ece-nin
Bunuel’de de olduğunca
Üstü gerçeğin

(ha beklide tüberkülozdandı ölüm)

Ben, Mor ağızlı gözü de dudağı da patlak
Bir orospu / çocuğu olarak
PORNO POLİTİK POETİKA diyorum
Minyatür’e ortadaki // ortadadır.

Yoksa da bir Lautrémont bu diyarın topraklarında
Lautrémontsuluklar vardır!
Ama şüphesiz ki
“BÖYLELERİ KARKAMU ADINA YAŞATILMAZ”

Birde Sait Faik’e şair diyen Ece Ayhan
Lautrémont’dan bahsedecektir ki
“ama ben işte Sait Faik’le başlayacağım” der
İkinci yenisinin listesindedir L. Ece’nin.
“KENDİNCELERİNCE”dir zira.
Biliyoruz ya kendinden (diyor ya hani)
“Çünkü ben işte asıl buradayımdır!”
Ve ilk çevirmeniydi Lautrémont’un
Bu ülkede
S.F


Schoenberg,
1874ünde Avusturya’da başlamış
1951de Amerika’da bitirmiş koşusunu. Kendi.
MACAR.
Viyana’da doğum.
2. Yeni.
Berlin’i terk
Paris’e sürgün
UCLA’da ders
L.A’da ölü.

Harmonielehre kitabını yayımladı
Dışavuran resimleri birde.
Kromatik armoninin limitleriydi zorladığı
Tonal çöküş
Ve elbette (sene 1923)
Op. 23 5 piyano parçası ve Op. 24 Serenat Dünyaya

Vee
12’li nota

Melodik
Lirik
2.yeninin kuvvetli ismi.
:
“İnsanlar ‘konforu’ buldular ve rahatı tercih ettiler. Çağdaş insanın amacı, zahmetsiz bir yaşam geçirmektir. Yani, az hareketli, az yıpratan bir yaşam. Bu yüzden insan yüzeyselleşmiştir. Araştırmaz, incelemez, var olanla yetinir. ‘Konfor’, zihinsel tembellikle eşanlamlıdır. Bu müzik için de geçerlidir… Geleneksel müzik durağandır. Ton sisteminin dışına çıkmaz, dolanır durur. Her ne kadar Romantik besteciler kakışımlı ses ve akorlarla düzenin(tonun) sınırlarını zorladılarsa da, bu yeterli değildir. Sonuçta, düzenin(tonun) içinde hareket ederler. Tam kopuş yoktur. Nasıl toplumdaki yozlaşmış ve tutucu, ahlaki değerlere karşı mücadele ediyorsak, yerleşmiş müzik kurallarına karşı da mücadele etmeli ve bu kuralları yıkmalıyız… Müzikte çözülen sınırlar, insan-doğa, ruh ve dünya, ahlak ve toplum kurallarının simgeleridir.”
Ve Berg bir de
2.
885/935 Viyana
Schönberg’in öğrencisi
Kitap satıcılığıdır bırakana dek mesleği
Wozzeck operasını yok bilmeyen
Ordudayken başladığı yazmaya.
İlk atonal operası yerkürenin
Bir sırt çıbanının yaratısı enfeksiyondur ölüm sebebi

-“Ece Adorno’yu nereye koymuş?” dedi
Adorno “bu müziğe” “devrimci ve anarşist” demiş
Beckett’in de arkasındaydı hep…

Eh, nasılda olması gerek bir duraktır Usmanbaş
Ve edebiyatta atonal yapı Ece

PORNO SİYASİ ATONEL

DİKEY ARMONİYİ YIK

YAŞASIN YATAY YAZI TEKNİĞİ


Ve terk etmek tüm kalıplarını armoninin

Tesadüfen oluştuğuna inanırdı akorların

Ve resimdeki karşılığı
KANDINSKY’e düşer di mi
2.


Ve bir de Webern
Ve ölümü:
2.yeninin 1.si cinsinden
Bok yoluna bir subayın kurşunuyla sigara ucunda
Viyana 883 Mittersill 945
Berg’in dostu ve elbet öğrencisi S.’in

Serbest atonal üslupla yazdı eserlerini
Aşırı karmaşık idi nota dizilişleri

DODEKAFONİ

“Sivillikler Aykırı Dallılıklar Marjinallikler Atonallikler”




Ankara…
Mimaroğlu…
Arel…
Usmanbaş…
Güvenç…
Ecevit…

Arel, Schönberg gibi resim sergisi açmıştır…

Kokoschka…Kandinsky…Loss bağları

İSİMLER DEĞİŞİR DİYARLAR DEĞİŞİR
VARLIK BULUR

Nasılda sıkı bir görüntü yönetmenidir İLHAN BERK

Ve nasıl iyi bir şair fotoğrafçı mimar WITTGENSTEIN


“BAKIŞIMSIZ”

Yeni bir dilbilgisi hep söz dizini hep hep yeni bir imaj-görüntü

SIKI ise yok bir mesele

Sıkısından şiir sıkısından sinema

POUND DYLAN THOMAS İSMET ÖZEL

“ŞAİR SİNEMACI TARKOVSKY”

YA DA SIKI MİMAR ADOLF LOSS

Şiirden bihaber bir sinema topluluğu NASIL?
Şiiri yeni kılan birazda şiirin dışındaki şeylerdir demiş ya Cemal Süreya…
Ve Visconti'nin filmleri nasıl da örülmüştür şiirsel dramla…




Şenol Erdoğan


Bir yelpaze gibi açılıp kapanıyor
zeytinlikler.
Gök çöktü çökecek!
Soğuk, yıldızlı
ve simsiyah bir yağmur.

Nehrin kıyısında
Kamışlar titriyor, gölgeler.
Buruşuyor kül rengi hava.
Çığlıklarla yüklü
Zeytin ağaçları.

Esir bir kuş sürüsü
upuzun kuyruklarını sallıyor
karanlıkta..



LORCA

ESKİ AHİT

Hüthüt kuşunun dibinde borusunu öttürüyor İsrafil
Üflüyor rüzgârı da, Thika'nın ateş ağaçlarına doğru
Kenan Yurdu; Ahdî Atik ve Tekvin'e bölünmüş orda
-ayırıpta kasığını-
oturuyor.

Ham, Sam ve Yafet paralıyorlar kendini
ataları Nuh'a lânet yağdırıp
döküyor bir leğenden
içiyorlar irini!..

Karısı; Sara ve Hebron yöresini takas ediyor
-bir başka kavim-
ötede
sığınıp pazar yerine
tozlu bir Kur'an'ı da kucaklayıp

Gazza, Askod, Aşkelon, Gat ve Ekron'u sayarak
boynunda gümüş, Beyta'nın evlerini yakıyorlar

Araf!.. Ayn Hil kampı toz oluyor karanlıkta
büyüyor gagasındaki kin
-ışıktan
kılıç-

Ve Salang tünelinde bitiyor büyük çekilme
ve bir toplanıp bir parçalanıyor gene Nil!..
Araf: Son değil...

Orada:
Tavus tüylü, kartal gözlü melikeye soruyorlar gene de
bu tarih öncesi bitmeyecek mi...

Ulus FATİH

Albemuth ve Düzensiz'den


Ölümcül harfler, sayılar kuşatmış içuzayımızı... ustura ile doğranmış, martı kanatları yığılmış meydanlara... kesik duman, ateş, yıkım... beden bile kanamıyor artık boğulurak ölümün kol gezdiği yerde...
GBU 28
ölüm... ölümü... ölümüm...
bulutlar ağlasa da gökten ölüm yağıyor.... yıkıntıların arasında bir duvarda, umut kurşuna diziliyor. yazı bile yazılamıyor, cümleler boğuluyor, dil utanç içinde; imgeyse göçmüş bilinmez bir yere...
ölüm...ölümü...ölümümüz...
GBU 28
ama yıkımlara, kıyımlara rağmen, tükenmeyecek, bitmeyecek, yitmeyecek özgürlük hayaleti... Beyrut sokakları da ayağa kalkacak, unutmayacak, hiç ama hiç bağışlamayacak ! ! !
gbu 28... ustura ile doğransa da kanatlarımız, boşlukta salınacak, yolunu bulacak hayat... Eluard'ın aydınlık yüzü gibi bir bahar... yaşam kazanacak...




Yazı: Bay Perşembe(R.A) /Düzensiz Dergi
Desen: Can/ Onston / Albemuth Dergi

BEDELLİ İYİLİK

İki iyi , bir ilişki etmez...
İki iyi; bir iyi, bir kötüden kötüdür...
İki iyi birbirini terk etmeyecek kadar iyidir...
İki iyi yufka yüreklidir ; hor görmek gerektiği yerde bile görmezden
gelir
iki iyi...
Oysa ilişki ;
büyük tartışmak ister , kalp örselemek ister...Kabuller yıkıcı
ustalarıdır
ilişkinin... Nerede damarı bilir, basmazlar üzerine...Büyük
işkenceciler
gibi tıpkı ,
sonuna kadar yaşatırlar kurbanlarını...İki iyiden iyidir , az daha
gaddar
olanı... Sorunsuzluğun sorumsuzluğunu görür O...
Uyumsuzluk ;
dışarıdan bakıldığında sakil duran bu dik yanı insanın ,
üç maymunu oynamayı bilmez...
İyileri sevmemek elde değil ama ;
bir ilişkide sevmek , asla yetmez...
‘bırak dostuna merhametin sert bir kabuk altında saklansın ; üzerinde
sen bu
kabuğun bir diş kırmalısın.Böylece lezzetlenir ve tatlılaşır o’*
Görmemek mümkün değilse de emeğin ilişkilerde ne denli olmazsa olmaz
olduğunu, üşenir insanlar , ağızlarının tadı kaçar diye ödleri
patlar...
Çünkü itaat ilkeli çocuklarıyız dünyanın...

Aykırılık ya delilik alametidir ya da ‘rahat batıyor’ der
geçiştirilir...
Gül gibi yuvaların insanlarıyız hepimiz...

Dışardan bakıldığında öyle aydınlık ki evimiz , kör ediyor bizi ,
farkında
değiliz... Kuşkuculuk tam da muhafazakar Avrupa’nın kırk don üst üste
giyildiği zamanlarda çıktı uyumsuzların akıl kenarından...Sonra
doğacılık ve
birey hakları...
Kısaca her fırsatta küçümsediğimiz romantizm ; kralları indirdi
tahtından ve
yerine‘doğa’ ve‘ben’ oturdu....Bastırılan her ne varsa , susulan ,
kabul
edilen , varsayılan ne varsa yerin dibine oldu. Ama hızını ne zaman
aldı ki
insan?..
İyilik bile dayanamadı iyiliğine , bokunu çıkarıp daha iyi bir dünya
için,
iki dünya savaşı çıkardı...

Varsayılan iyilik, saatli bomba gibidir insan gönlünde...

Çünkü kavgalar önce kendine,sonra diğerlerine soru sormakla başlar...
İşte tam da burada çok lazımdı ahlakçılar...
Çünkü güç,baki bir suskunluk taşır namlusunda.
İşte iki iyi ve korku... Korku mecbur bırakandır diğerine...İyilik
korkuyla
beslenir...
İyilik korkunun aslında ta kendisidir...İş dünyasında üstüne ,evde
eşine
,annene, babana, kardeşine,dostlarına ve hatta düşmanlarına iyi ol!
Sen değilse de , toplum okşar sırtını iyi bir örnek ol!...
İyilik doğal değildir ...Bir dayatmadır o ; ‘ben’ den başka herkesi
memnun
eden...
Ona erdem diyenler var olan; –varsayım değil-derin dünya
düzenleridir...

Oradan, genel merkezinden iyiliğin;
baş koyduğumuz yastığa sızan , mutfağımıza,oturma odalarımıza ,
düşüncelerimize sızan iyilik ...
Sorduklarında ;‘iyiyim ,iyiyiz...,’
kendi içinde; ‘değilim ,değiliz...’

- ama siz öyle uygun gördüyseniz eğer ,bunu yaşamaya değer...-

İyilikten başka meziyetleri olmalı ilişkinin...İlişki , iyi bir
ilişkiden
çok ötede olmalı... İstemek sık sorulmalı , özlemek...Kabuller ,ön
koşullaşan dokunmalar hissedilmeli...

Konuşmak için çabalamak değil,konuşmak içsel olmalı.

Sevgi taş kömürü gibidir...Kendi haline bırakırsanız kendini
kilitler....
İç dumanı öyle yoğundur ki sert bir süngü olmalı ocağı harlamak
için...
Sert darbelerle hava delikleri açmak gerek sevgiye...

Cesur olmak iyi olmaktan iyidir...

Kaybetmek hep vardır; bunu görmek kuşkulanmak değildir...
Gerçek varsayılan düzenden daha gerçektir...
Öyle salt dır ki o , hak gibi ,doğru gibi tartışmasızdır...

İki iyi , bir ilişki etmez...
İlişkileri sadece ‘iyi’ olan topluluklar aşkı bilir ama , öğrenemez...



(dip not:*Nıetzsche/Zerdüşt Böyle Diyordu )
Tarkan Ragıpoğlu

A .B .A .K .Ü .S

Kırmızının deliliklerinden kurtardın hayatını.
Aşk denilen sır;
iki ayağın altına sabun bağlayıp,
koşmaktı peşinden salıncakların.

Gümüş ve geniş yollar ıssızlığında,
kardeş ıslıklarla aynı gözleri ağlattık.
Gün geceliklerinin içinde uyanamayınca,
doyamadım, dayanamadım yalın yanlışlarıma.

Hangi geçmişler için kestiysen parmaklarını,
onlar için büyüttüm ellerimi.
Şimdi yaşa diyen ağzının içine yakışmıyor,
kupkuru deliliklerim.

Bugün kızıyor yollarıma,
senin tarihinin bildiği tüm ipuçları.
Ama yalınayak bir çocuk bağırıyor içimde;
kızma baba çocuk sabrı elliye kadar sayar
en fazla...



Özge Dirik

. . . SENFONİ . . .

Önce sesin gelir aklıma
Çaresiz kaldıkça hep seni düşünürüm
Güzel olan, dolgun başaklardaki sarışın sevinçli!
Sonra cumartesi günleri gelir
Sonra gökyüzü gelir hemen kurtulurum
Bir yağmur yağsa da beraber ıslansak.
Kırk kere söyledim bir daha söylerim
Savaşta ve barışta karada ve denizde
Düşkünlükte ve esenlikte
Zamanımız apayrı bize göre
Yanyana olduk mu elele
Aç kalsak ağlamayız biliyorum.
İçim güvercinleri okşamış gibi rahat
Sen yanımdayken ister istemez
Geniş meydanlarda akşam üstleri
Üstüste üç kere deniz üç kere çınarlar
Sen yanımdayken ister istemez
Uzak ırmakları hatırlıyorum.
Arasıra düşmüyor değil aklıma
Yabancı kadınların sıcaklığı
Ama Allah bilir ya ne saklıyayım
Yanında ihtiyarlamak istiyorum.




Turgut Uyar

MiLAN KUNDERA ATLASI (1)

1/ APHORISME
Kırık faylara kurulmuş benliğin kırılma noktası,
Yeni faylarla kırılacak benliğin kurulma noktası.
Tanımlanabildiği an, tanımlanamaz olanlar;
Tanınmaz hale geliyorlar tanım kaldırırlar.
Kırıkları kim dikebilir, kim teşhis edebilir ki o zaman?..


2/ BEAUTE et CONNAISSANCE
Hani başa çıkılmazdı sorunlarıyla dünyanın,
Hani çöreklenirlerdi başımıza, boğarlardı bizi?..
Peki biz birbirlerinden kafası şişenler, kafa patlatanlar,
Niye kamburuzdur niye hep yüklü hep bükük?
Sorunlar büyük olsaydı, kocaman olsaydı,
Dimdik dururduk, vakit kalmazdı kamburlaşmaya.
En güzel insanlar, en bilge insanlar,
Küçük sorunlarıyla kamburlaşanlar.


3/ CARACTERES
Bu harfleri buza yazışım,
Eskimolar'ı düşlemekliğimden.
Bu harfleri kuma yazışım,
Afrika kurağını beklemekliğimden.
Şair: Kurak bir iklimde misket oynar harflerle,
Bir Eskimo.


4/ CHAPEAU
Şapkasızlar utanmasınlar diye,
Çantama gizlediğim nesne.
Kırışır buruşur orada,
Ah edecek yoksullar yerine.
Onlar da şapkasızlıklarını gizleyebilse ya,
Mağdur olmasa, şapka da..



5/ CHEZ SOI/ DOMOW
-Çekoslovak Ulusal Marşı'ndan esinlenerek-
Doğduğum yer mi doyduğum yer mi?
Acıktığım yer, öleceğim yer mi?
Benim yuvam neresi, yuvam neresi?
"Pasaportuna bak" mı diyorsunuz?
"Okyanus derini, dağlar yücesi" yazar
Göçmen kuşların kanadında..
Çalı çırpı toplamadı babam benim, harç karmadı.
Görmedim ki anamın, doğurduğunu beni.
Kardeşim, zeytin dalıyla çıkagelmedi birgün.
"Yuva yapmış" diyorlarsa hakkımda, yalan!
Yuvam, kafeste, göğüs kafesimde.
Soludukça büyür, soludukça küçülür.
Yuvam, buram buram kan gölü yuvam.
Büyür yuvarlandıkça, toparlanmamacasına.
Ne güzel olurdu sıcak bir yuva, dişi bir yuva.
Ama yuvam yok işte; yuvam olsaydı,
Sanır mısınız göçerdim dünyanın öbür ucuna..




Ulaş Başar Gezgin

ADSIZ

Saatlerin hiçbir vakti göstermediği bir andaydık
Korkunç bir sessizliğin ardından
Bütün aynalar paramparça oldu
Göyünün rengi turuncuya dönerken
Ay da kayboldu.

O geldi. Elinde bronzdan bir baston vardı
Adım attıkça Tv haberlerinde ölümler oluyordu
Geriye doğru yürüyordu bir kız çocuğu
Yağmur yağıyormuş gibi bütün şemsiyeler açıktı
Roman kahramanları canlanıp sokaklarda
Birbirleriyle tartışıyordu –eyvah yine dünyadayız-
Kediler çöp tenekeleri etrafında toplanmış
O’nun gelişini izliyorlardı.
O:. İmkansızlığın cisimleşmiş hali
O: Umutla umutsuzluğun kesiştiği nokta
O: bilinmeyenlerin ve tutunamayanların tanrısı

Bir müzik sesi: klasik. Bach olmalı
Bilmiyorum belki de Bethoven
Hiç bestelenmemiş ezgilerini çalıyorlar
Öldükçe yeninden yaratılıyoruz
Yeniden yeniden yeniden bunu anlıyorduk
Ya da anlar gibi olmanın garipliğini yaşıyorduk
Ve sesler kesildi. Bütün TV’ler kapandı.
Roman kahramanları gökyüzüne karıştı
Kız çocuğu ileri doğru annesine gidiyordu..
O, durdu. Bir hayalet gibi yavaş yavaş silindi
Boş bir deftere iki satır bir şeyler yazıldı
Kara tahtalı tebeşir kokulu bir sınıfta
“Akşamları yalnız. Gündüzleri insansız”
kapandı defter. O, tamamen kayboldu artık.
Yağmur durdu.Şemsiyeler kapandı.




Ziya Alpay

Duygusal Bellek Kaybı

Ben bir şehri çözdüm bu gece parmaklarımda nedensiz
Sözün büyüsünün eşyanın mantığını yuttuğu bir gayya kuyusu...Aşk buydu belki, hatırlayabilsem bilirdim kuşkusuz. Düşünüyorum da artık hiçbir şeyden emin olamamamın nedeni o kuyuda dokunduğum her taşın çürüyüp yeşermesinden olmalı parmaklarımın ucunda.

Neden siz? diye bağırdı eli yüzü düzgün bir çocuk aldırmadım
Ben de sordum bunu kendime gecelerce. Tırnaklarını çektim ruhumun, derisini soydum ince ince keskin bir bıçakla, elimden geldiğince özen gösterdim. Ne kadar geç ölse o kadar iyiydi, acının tadına varsın istedim. Bir gün ellerimden uçup gidivermesi tam da taş kesilmeme rastlar. Yoksa tam tersi miydi? Cevabını bilmek istemediği soruları sormamalı insan. Bilmeyi isteyeceğin anda sorunun tüm önemini yitirmesi belki de hiç söylenmemiş bir şiirin konusudur.

Aldırmadım sakladım seni içimde
Niye aldıracaktım ki? Yaşamak denilen yavaş yavaş ölmek değil midir son çözümde? Benim biraz acelem vardı o kadar. Seni hatırlayamamakla gecikiyorum oysa. Aşkın bıraktığı boşlukta sabah akşam bir tedirginlik üretiyor anlamı kaybeden amaçsız beynim. Bulduğu yerde yatan bir sokak serserisine dönüşmesi an meselesi. Bu an çoktan bireysel tarihimin karışık sayfalarında kendine bir yer bulup sonsuz uykusuna geçti de ola ki ben fark etmedim.

Soğuk bisturi beyaz ışık donuk
Üşüyorum ama çok üşüyorum. Bir cadde yürüdükçe uzayabilirmiş öğreniyorum. Sonrası bir hastane odası karanlık. Yanı başımda oturan gölgeye anlatıyorum. Söylediklerime bakılırsa her şeye inancımı kaybetmişim. Senin karşındaki kendimi sevmiyorum. O böyle söylemiş. Öylesine bir cümleymiş işte kandan yapılmış. Onun adını hatırlasaymışım kanama durdurulabilirmiş. Zorluyorum. Üç harfli olduğundan eminim. Tek tek geliyorlar. A. Hah! diyorum. Ş. Buldum sanıyorum. K. Değilmiş. Çaresiz serum bağlıyorlar.

Dokunsun istemedim tenime zamansız
İçimdesin bildiğim bu. Organlarımdan birine tutunup büyüyorsun. Artık onun bir parçasısın. Biliyordum, seni bir türlü belleğimde toparlayamamanın bir sebebi olmalıydı. İnsan iç organlarının nasıl göründüğünü bilemez öyle ya…Ta ki çıkarılıp da bir kavanozun içine konana kadar. Kafanı bir kavanozun içinde gördüğüm gün her şey aydınlığa kavuşacak ve ben bileceğim bir zamanlar kimi sevdiğimi!

Zaman sızısı sen, ben nedensiz
Zamanın durabildiğini biliyor muydun? Ben de yeni fark ettim. Yıllar sonra bir sabah seninle bir gün öncesinde tanıştığım duygusuyla uyandığımda...Yeni tanıdığı biri için bunca acı çeker miydi insan? Kafam karışmıştı, açıp ellerimle düzelttim. Bir de kim için acı çektiğimi bilebilseydim…

Neden biz?
Sahi biz kimiz? Senin kim olduğunu çıkarsam yanıtlayabilirdim. Meğer ki kendimi bir bizin içine koyabilmiş olayım bu seninle olurmuş. Yazdıklarıma bakılırsa enikonu sevmişim. Olmayan yüzün! Kocaman mıydı gözlerin yoksa ben düşlerimde mi büyüttüm? Siyah olmalı. Kurum karası, kuyu karası. Belki de değil!

Hey! Şşştt…Artık susmalı söz
Ben sana hikayeler yazar mıydım? Nereye kaydederdim onları peki? Zihnimin karanlığında delirmiş gibi arıyorum. Yeni bir klasör açmıştım anımsıyorum. Rengi sarıydı, adı biz. Düzen, tümünü seç, silmişim. Tümünü geri dönüşüm kutusuna göndermek istediğinizden emin misiniz? Demek ki eminmişim. Satır aralarında varlığının ipuçlarını yakalayabilseydim... Yine de bir zamanlar bir şeylerden emin olduğumu bilmek güzelmiş!

Aşkın büyüsü, eşyanın mantığı
Kör karanlıkta oturmuş ağlıyorum.

Senin ölümün sevgilim ellerimden olmalı
Seni öldürebilmek için önce varlığını kesinlemeliyim. Öylesine çoksun ki! İşte karşı kaldırımda yürüyen omuzları düşük siyah paltolu adam ve tam yanından geçen kıvırcık saçlı üniversiteli…Aynı anda sensiniz. Bu caddede, şu sokakta, o pasajda yürürken içimde belli belirsiz bir sızı duyuyorum. En azından artık seni hangi semtte aramam gerektiğini biliyorum. Zor, çok zor. Öylesine yoksun ki!

Ol malı sevgilim, el malı sevgilim
Olmalı! Seni hatırlamanın bir yolu olmalı. İnsan bunca sevdiği birini böylesine unutur mu? Küçük küçük başlamalıyım. Kokunu hayalime getirebilir miyim denesem? Yoksa kokusuzluğunu mu demeliydim? Tamam! Sen bir rengi severdin. Siyah olmalı. Kurum karası, kuyu karası. Belki de değil!

Şiirsel soğumaymış dedi yüzü gözü üzgün bir çocuk dinlemedim
Sevdiğimi sandıkça yazıyorum, yazdıkça sevdiğimi sanıyorum. Yazının gücü, kısır döngü. Kıstırmış beni içine dönüyorum. Döndükçe soğuyorum. Önce harflerim saklanıyor sonra sen. Döndükçe soğuyorum. Döndükçe…

Dinlemedim bak her yanım buz
…donuyorum.

YAZARI: Feryal Tilmaç

KENDİMCE

Ayrılık doğamızda
ince ve görünmez bir çizgi
seninle benim aramda

düşüncelerin diğer kıyıları yıkar
ve sen başka tanrılara hizmet edersin

ama ben seni yinede severim

leblebi tozu aldığımız
simitçiyi hatırla
sonra bir gün elinde tüfeğiyle gelip
bizi tehdit ettiği zamanı
anne diye bağırışlarımızı hatırla
birbirimize sarılışımızı...

sonra duydum ki annenden
sen de gitmişsin uzaklara
kimbilir hangi çocuklar
sarılıyordur
birbirine simdi
namlının ucunda
hangi aşklar doğuyordur

ama
ben seni
yinede severim

II.

Bana kanatlarımı verin
Bir de düşlerimi!

Ki gecenin ümidinde açılan bu pencereden
Savrulayım göğe!

Titrek umudun
Rengi
Ayin suretinde

Çabuk

Plastik sabahlar burada erken olur.



Nilay Akyıldız

1.
bir
kent
masalı
benimkisi
kırılmış
bir
ırmak
fotoğraflardan
dökülüyor
yaprakları
birer
birer
ceplerimde
gizlediğim
akşamlar

2.

sol yanıma usulca dokunuyor
bir cehennem meleği
bir azrail
kızıl deniz rüzgarlarından
elini tutsam
turuncu olacak
cesedimin rengi
ne zaman bahar gelecek
ayaklarım üşüyor
bağırsam serçeler
uçuşacak

3.

dünyanın bütün granitleri
eşlik ediyor
öfkeme
inan bana
dağları delen ferhad
olamadım hala



Tuncay Takmaz

Gecede Umut Mahyasi Var

"Todavia Cantamos", Şarkı söylüyoruz ..
Kim demiş şarkılar susacak ? en çok Los Hermanos'u severim, Arjantinli ünlü halk şarkıcısı Atahualpa Yupanqui'nin bir şarkısıdır.
Uzun sürmez ayrılıklar, yeter ki "kararmasın" .
not defterimin ilk sayfasına Pablo Neruda Şiirininin ispanyolcasını yazmışım, yanımdan hiç ayırmadığım defterim.

" Tu eres la patria, pampa y pueblo,
Arena arcilla, escuela, casa.
Punu, ofensiva, orden,
Desfile, ataque, trigo,
Lucha, grandeza,
Resistencia.

Ülkesin sen,
sonsuz ova ve halk
Kum, kil, okul, ocak
Dirilişsin sen
Yumruksun, atılım ve yürünecek yol,
Eylem, Saldırı, buğday,
kavga ve yüceliksin,
Direnişsin sen.

Pablo Neruda

"..Henüz bir masal olan şu zaman, sana göstermeden bir yere gizlenmiş olabilir. Ya git, ya da kal. Mesafeyi dondurmuş, boğazını kurutmuş, dilini koparmış, başını döndürmüş olabilir. Git, ya da kal. Karşındaki karanlık, yüzüne çığlık çığlığa çarpıp duruyor olabilir. Git..Kal..Sadece parmaklarının yardımıyla konuşabilen şu dudaklardan sızan sayıklama, seni yaralıyor, yok sayıyor, yıldırıyor, başucunda bekliyor, yüzüne üflüyor, seni iyileştiriyor da olabilir. Gitme, kal. Hep zaman yok, kalmadı denecek. Hadi gitme. Kal. Ya da git! Dön geri. Bu yer, tutsak bir kimsenin ilk bedeni. Çoktan ayrıldı. Bu yer tek ayartılmanın, sevmenin sürekliliği..Ya git, ya da kal...Dön geri.."




Hür YUMER

Semerkand’a! ...

denizin safir renginde kayboldu yankılar
anahtarı yitirdi şair
arsızlaştı soluk benizli su
yollarda barikatlar
yollarda
yalnız kalanlar
savaş alanlarının çığlıklarında unutuldu
gönlün telvesine gizlendi
hayra çıkması gereken fallar

kaderdi şaire
iç kanamalara yürüdü dosdoğru
başı eğik
yürek dimdik
Medusa’nın zalim saçında gizli
ölüme çoğalan erguvan acılar

mührü onurlandıracak bir ferman
bulamamak ne demektir bilir misiniz
katil bir nefes
gibi takılıp kalmak kendi boğazında?
“toprağını arayan tohum”
diye öğrenmiştik oysa şairi biz
toprak
çok uzaklarda!

ah acılı
ah küskün yol!
demek ki
'beşibiryerde' gibi kuşanmalı sanatı
kutsamalı
kutsanmalı
donansın gökyüzü
tebessüm etsin yıldızlar

bir avuç umut
bir tutam toprak koy avuçlarıma
varsın zift karası olsun rengi
bin kere evladır safir sularda ambere dönüşmekten
korkma bu yürek siyahı da aklar!

bir elde sancak
ötekinde çırak mührü
haydi sür beni Semerkand’a
ustalardan öğreneceklerim var!
çık çağının içinden
___Zeus’un hükmünden
yakala bileğimden Apollon*
Semerkand’a** götür beni
görmüyor musun?
sanatın nadide işçileri Timur’un doğu kapısındalar

sancak
mühür
ve kalbimdeki hoyrat ıslık
yol izni bekliyorlar
……



Naime Erlaçin

Kinkırmızı Kankara

Şeytan sırıttı olmayan dişlerini göstererek
Sağ kolunu uzatıp, sol eli ile siyah kırmızı
alacalı tüylerini okşayarak. Öyle çirkindi
ki hani akıllara zarar cinsten. Bir o kadar
da sevimli ve içten. Gelsene, gel yaklaş dedi
Belli ki bunalmışsın! Kim takıyormuş karısını
çocuklarını da sen takacaksın? Yalan mı yani?
diye üsteledi. Gözlerinde görene kadar
o garip kabullenişi. İki saat, rahat bir otel odası
Genç güzel bir kadın. Kimbilir kaç zamandır
ağız tadıyla sevişmedin. Karısının yüzü belirdi
ve kayboldu aynı hızla. Belirsiz imgeleriydi
küçük kızlarının geriye kalan. Kırmızı tüylü eller
Onları da çekip aldı önünden. Büyüyünce seni mi
düşünecekler? Gezecekler, tozacaklar, sevişecekler
Sen bir köşede büzüşmüş oturan mutsuz ihtiyar
Gel hadi gel, otur şöyle, önce karını arayalım
İş toplantını bildirelim. Aşk da bir iştir kimi zaman
Yalan ise söylemeyelim. Nasıl mı bakacaksın
yüzlerine sonra? İlahi, bir sen bileceksin, bir ben
bir de Tamara. Çok da iyiyimiş duymadın mı
arkadaşını. Durma haber ver, çok az zamanın
var. Trafik de açıktır, şanslısın, ordayız yarım
saate kadar. Şeytan döndü kendi etrafında iki tur
Koptu da adamın burnuna kaçtı tüylerinden iki tüy
Arabanı bir gören olursa mı? Hesap buna kaldıysa!
Kolay, bineriz bir taksiye. Hadisene, hadi, hadi, hadi!
Kendine ait bir anın olsun. Aile toplantılarında
anımsayıp gizlice gülümsersin. Erkekliğine mi
güvenemiyorsun yoksa, nedir derdin? Al telefonu!
Durağın numarasını çevir, aferin! Bir saraydır bu
bir otel, gençsin adını sen getir. Açıktır demedim mi
yol ben sana, işte geldik bile. Resepsiyon sol tarafta
Git sakince anahtarı iste. Kaçmış odanın numarası?
Altı yüz atmış altı. Ne güzel! Altıncı katta besbelli
Çabuk asansörü çağır. Bakıyorum da hafiften kızardın!
İlk seferde olur böyle. Zaman tanı kendine, gitgide alışırsın
Ne serin değil mi? Sessiz, dingin. Duvarlardaki tabloları
gördün mü? Bak bir kapı açılıyor, tek sen misin sanki?
Adam dostum da kadını pek çıkaramadım. Ne! Karın mı?
Durmasana öyle, hesap sormalısın. Silahın ofiste ama
sustalın var ya yanında. Ahhahhhahhhaaa! Gülerim tabii
Biraz eğlenmeye yok mu benim de hakkım? Bunca
işimin arasında. Sessizce ilerle, fark etmesinler seni
O dehşetli bakışları görecek kadar yaklaş ama ki tadı çıksın
Melek yüzlü kızların annesi bu mu, yazık! Çıkar bıçağını!
Daha ne bekliyorsun? Sapla, sapla, sapla, sapla, sapla…
Ah kan, ne muhteşem bir sıvı! Keşke bende de olsa
Kalmak isterdim inan dostum, fakat ne yazık ki
artık gitmeliyim. Dünya kadar yaşlı bir adamım ben
derdi başından aşkın. Döndü yine kendi etrafında şeytan
Sır oldu içinde karanlığın. Adam çöktü dizlerinin üstüne
koridorda boş, bomboş. İki geçmiş hayat, iki beden ile
yanıbaşında uzanmış. Hava ağır şimdi, kütleli, durgun
Kötülüğün küf kokulu, kıvamlı kırmızısına boyanmış.



Feryal Tilmaç

Suskunluğun Melodisi

Dün geceydi,
Herkes bir şeyler söylüyor,
Kimse gerçekten birbirini
Dinlemiyordu...
Anlayamıyordum onları.
Sustum.
Bu zamana kadar çok şey söylemiştim.
Bu zamana kadar çok şey dinlemiştim.
Sözcüklerle suskunluğumu nasıl anlatabilirdim.
Anlayamıyorlardı ki beni. Sustum.

Dün geceydi ve ben sustum.
Bilincimin altından geçenler de sustu.
Yağmurdan kaçanlar da.
Dışarıya açılan bütün pencereleri açtım
( içeriye yıldızlar dolsun diye.)
-İnancını yitirme geç kalmış olabilirsin, inancını yitirme çok yorulmuş olabilirsin,
İnancını yitirme çok suskun durabilirsin.
Nedendir bilmem ay da sustu.
Bir çok suskunluk sanki biribiriyle konuşuyordu da
Onları dinliyordum ben.

Dün geceydi susmuşlardı.
Olmayanlar için bir dakikalık saygı duruşuna geçildi.
Olanlar için görünmez ağlar çekildi .
Sürekli semah dönen "can"larda suskundu...
Siyah bir kapı açıldı çocukluğum içeri girdi
Bana bir şeyler söyleyecek sandım.
Ama o da sustu.
Soramadım ona, hiç birşey soramadım.
"Ne oldu sana"diyemeden zaman da geçti.... Gitti.

Dün geceydi herşey anlamını yitirmişçesine sustu.
Bir yerlerde, çok uzaklarda olabilirmiş,
Neden olmasınmış.
Seversem mümkünmüş.
Düşersem kalkarmışım,
Ölürsem de yeniden doğarmışım
Sözcüklerle oynayıp durmamalıymışım
Aldanırsam da, kimseyi aldatmamalıymışım.
Kusura bakmamalıymışım,
Dönüp de kaçmamalıymışım...
Bu kadarı yeterliydi. Sustum.

Dün geceydi hep beraber susuyorduk,
sokak araları ve apartman boşluklarıda bize katıldılar.
Yan yana yürüyerek uzun suskunluk tünellerinden geçtik.
göstermelik yalanlar söyledik içimize ve geçmişimize.
Sonra yaşanmalık anlar vaadettik geleceğimize,
Fakat gizemini anlayamayınca yazgılarımızın
Dayanamadı
Gece.
Ve sustu.
Sende sus,
Anlatma, sakın kimseye bir şey anlatma, diyecektim ki...
Aramıza bir uzun suskunluk girdi



Ziya Alpay

OLUMSUZLAMALAR

1-
bir anıdan diğerlerine
pay ayırmadan olmaz

kumkuması[1] kırık uzun tümceler dizmiyorum kışlaya
aradığın şeyi sürüye çekme çoban
elbet katılmışlık ederim
kurda bıraktığın vergiye isyan

kumkuması dağınık uzun tümceler dizmiyorum
bulduğum gücü doping savuruyorsun
ama istersen bir daha düşün
ilacı bana içirmeden

kumkuması dağınık uzun tümceler
contası çürümüş su kaçırmalar
ve daha neler neler

kumkuması dağınık uzun
hani ibriği kısa kesik
küçük testiler

kırık

kumkuması dağınık
kâh oraya kâh buraya
her yana saçılmış ibrik

-neden bu çaba
neden bu gezginlik

kumkuması
tuz buz her yer
kiremit kırmızı

-yağmuru sessizce içerek
dağılıyor “seksek ” alanı

-2-

balkonuna çıktığımız manzaralar mıydı yüksekliğimiz
saçlarımızı okşayan rüzgârlar mı
saçlarımızı ok sayan
üreme zincirlerinde miyiz

derece: tarih sürecinde seviyelere bölünmüş zaviye
artık yadsınamaz

sen

kamikaze köpeklerin bana saldırdığı
dağ yollarını seçerek
yabancılığımı yüreğimle yürüdüğümde
sürülerinin üzerine benimle ant iç
yabanıl bir cesaret yapalım hoşgörülere

bilindiği sanılan cüce geçitlere
o darlıklarda parçaladığın cesaret
kalıntılarını da “sen” içer yaban

-3-
biz
güzelliklerden söz edelim
türlü türlü güzelliklerden

önerme; siz sizsiniz bense ben
olmaz böyle
küçük bir değişiklikle yürüyelim sizliğe
ben ben olmayayım

bir dalgaya tutunun siz, ben batayım
bir hiç gibi kavrayın beni
ve sizi saran serin rüzgar esintileriyle
sarmış olsun benim hiçliğim de sizi
böyle bir varoluşma ile anlatalım birbirimize
ateşin dağlayan yanını
külün korlara çizdiği acısız
nakış güzelliğinde

umursamıyoruz hiçbir şeyi
sabaha karşıyız kimi zaman

kimi zaman doğruluyoruz
çiğ sargını yaprak yüzeylerde

aynı seslerin yankılarıyız
aynı güzlerin renkleri

karşılık aramayın
bir siz diyorum anlamını sezdiyseniz
biliniz karışıp gittiğimi
geldiğiniz her yerde “bir siz” var edeceğinize

anlıyorsunuz
bir siz
içimizde hınzır bir rapsodi
bir de...

-4-

o da ne
mermi namluya sürülünce patlama anidenliğini korudu
satır başı
kapılar çalınmadan açılmadı
kilit bunun garantisiydi
türlü çeşitleri var kilitlerin
öğretildim mıh gibi çarçur edilmiş olumsuzlaşmalara
kilidim yok kapanamam ki çalınmadan açılamam da
huyum bir mührü oyar kalbime

geç saatlerde ıssız bir sokakta bütün girişleri tutmuş insanlık
zaptiyelikte kol geziyor benliğim ama neden

belki:

ne bir kapı çaldım ne de çalındı kapım bu bağlamda
kalıntı mürekkebim
kullanılamam ki bir bildikleri var benim bilemediğim

havaya bir el ateş edildi kim bu sorumsuz

vuruldu nokta

-5-

öfkeyi ödünç alışım
içi boş değer yaratılarından allanmış pullanmış sözde
güzelliklerden rek lam laaar

gözüne gözüne yalanla
özüne özüne tersleştirilmiş kurgular
bir yağmuru içerce toprak bir ormanı kapsarca dağ
oysa yok bir ilgisi

bulanışım öfkemin tozuna
şartlı refleks bileğimdeki seğirme

coşkuyu ödünç alışım
bebeğin ilk çığlığı
frida’ nın fırçayı tutuşu
bir alışkanlığın us çemberinde tutuklanışı
bir daha tekrarlanmayışı

kozmetik yargıları talan edişim sineği avcuma kıstırıp
pencereden bırakışım aniden güvercine davranışı kanatların
itiraz edişim vızıldanışa güvercini coşkuya saklayışım
nesnel
gizlenişim
bir mutasyon
bir çoğalış
bir sinek

hüznü ödünç alışım
doğum-ölüm çemberinde yazıklanışım büyüyerek
yıl bu ay bu gün bu saat bu an bu
unutuşun hafızasına güvenmeyişim
anımsadıkça
ne gelir elden evrim yolumu keserse

öfke coşku hüzün

ben bu değirmenin çarkındaki üçlü burgaç
ben bu dönüşümdeki geçici yel
aldığım ödünçleri özenle biriktirip topluyorum özüme
dağılana dek sevgim aymaz ütopya

-6-

diyordum ki

geçenlerde bir gün neler oldu neler
iki gün müydü yoksa bilemiyorum
sayıları unuttuğum bir gündü
geçenlerde sayıları unuttuğum bir gündü

kalabalığa karıştım
kalabalık mı “ben”i karıştı bilmiyorum
benzemeye giriştim hemen
bir ön yargıdan ibarettim

biri aşk acısı çekse benim başıma ağrı düşüyor
biri bir suç işlese ben firar ediyordum
giyindim
giyindim... bedenimi devekuşu mantığıyla

defteri- i kebir’ de tüm yargılar sonuçtan ibaretti
sonuçlar yetmedi başından başladım her şeyin
değerler okyanusuna aldım başımı açıldım
dönülmeze gittim bazı geceler en parlak yıldızlara
bakıp sordum harita adresimi

yıldızlar ama anlaşılır gibi değillerdi
gözlerime varmışlardı oysa
binlerce ışık yılını katetmişlerdi ya
eskiydi dilleri nasıl anlayabilirdim ki

Derken, henüz istila edilmemiş bir kıyıya vardım. Bilezik koyları, hareli suları, gizemli girdapları, turkuvaz mercanları vardı. Henüz “istila edilmemiş” olduğuna karar verdim. Bilmem neden... belki de bir ön yargıydı bu da. Bütün ön yargılar gibi bencil ve kendi alt seviyesinde. Evet, çıt yoktu tropik rüzgârdan başka, sahilin küçük dalgacıkları, öpüş sesleri şıkır şıkırdı bir de. O an bütün uzak yollara estim, bütün yolcuları kavradı keşfim ve onları hasretle öptüm. Sonra olanlar oldu.

bir kıvamda bozulduk
bir makamda çatladı çoğulcu demokrat eylemimiz
gemi azıya aldı şahlanıp savuran at iki parça bizleri
yere vuruldukça biz kuzu kurt boğdu
aslına sadık kalmayan öyküler gibiydik
yargılar karaya vururken bir gittik bir geldik
görünüşe göre artık hayattaydık
istila gerdeğinde kalmış
artık bir hayattaydık

ben birini seçtim biri de seni
şimdi hangi kuşu görsem o uçar
şimdi hangi denizden geçsem o mavi
hiç değişmeyecek bu ben
gitsem de
o kalacak çünkü kural bu, “bir” den başlanacak hep

geçenlerde bir gündü
gün gibi geçti her şey
saymayı anımsadım bu bir
abaküs tuttum çocukça ellerinde bu iki
o kaldı bu üç

-7-

artık

geç... ağustos böcekleri zamanındayız
iki anlamın tam ortası
bu yazın son kuşağı onlar... geç
birkaç nesil geride bırakmışlar
yazı bitik bir neslin şarkılarını

erken sonbahar zamanındayız
bir yandan geçip gitmiş yaz
hafif ayaz var arada
kalan bir an’ ın şölenindeyiz
kutsamaktayız tüm rüzgârları

“ol” esintiler bize doğru yavaş yavaş salınıyor
yaklaştıklarında gözlerini görüyoruz
menekşe

ezgilerinden seyrek notalar toplamaktayız mevsimin
gelmiş ve geçmişi kapsayan dehlizler içinde
doğrulmaktayız güze

merhaba dirimin uykuya düştüğü zaman
merhaba beyaz mevsiminin öncüsü
ne kadar da benzedik birbirimize


Yazarı :Ömer Serdar