BLOGGER TEMPLATES AND TWITTER BACKGROUNDS »

21 Mart 2010 Pazar

Er Mektubu Gömülmüştür!

Beni bu hayatta yalnızca sen anladın sanırım
Kızıyorsun böyle klişe sözlere biliyorum da;
-Sen de yanlış anladın…

Beni rahatta dinle asker!

Çocuktuk daha, çar çöp her şey bizimdi
En ön sıralardan katıldığımız o mahşeri kavgalarda
Hak geçmesin diye bölüştüğümüz yumruklar
Şimdi birer hatıra olarak kaldılar muhtelif yerlerimizde
Yüreklerimiz hep tetikte, hiçbir sulh bize yetmedi
Kendimize has sevdalarımız vardı
Afili yalanlarımız sonra, kendimize dair
“Hayat, zaman alır…” diyordum sana her fırsatta
Yanıtlıyordun gülümseyerek “Birader çok geç bunun için!”
Kaç kere dedim sana “Bana birader deme…” ulan!
Didişir dururduk işte, bol promilli fikir çıkmazlarında
Rakı suya karışırdı, geceye sızardı usulcacık bir hüzün
“Gölgelerin öcü adına! Karanlık bende artık…” denen yıllar
Çocuktuk daha malum, çar çöp her şey bizimdi
Bir gün ben gittim ikimize de haber vermeden
Döndüğümde kimse yerinde yoktu, rakı haricinde
Ardından sen, geçmiş bir hesabı peşinen ödercesine
Firar edercesine hiçbirimizin anımsamadığı bir suçtan
Masaya bıraktın tüm o kapanmış defterleri
Çarpıp kapıları vefanın suratına, son sözlerimizi dahi terk ettin
Tek kalemde sildin yani, senin deyiminle!

Beni çek vur asker, ama helalleşmeden gitme bir daha!

O emir komuta hanedanlığı varlığını sürdürürken
Uygun adım ilerliyorsun mevsimlik ayak oyunlarında
Saçlarına paralel kar yağışıyla beraber
Gardı düşmüş o şehirde üşümeyi tekrar tanıyor
İliklerine sırasıyla bağımsızlıklarını veriyorsun mecburen
Gizli saklı oku beni Ejder, sakın enselenme!
Erketede beklet torun torbayı
Ranzanı cam kenarına yaklaştırdığında, buğuyu sevdiğin
Kederle komşuluğun anlaşılacaktır, zaaftır bu hainlerin nazarında
Dikkatli ol, ecel oralarda her daim fırsat kollayacaktır!

Adını söyle asker, adını haykır yüksek sesle
Künyeni oku Azrail’e, o da duysun!

Memnuniyetsiz takvimlerden, kararsız günlerden
Salise farkıyla yaşamı ıskalamaktan geldin
Islah olmaz derelerden geçtin tek tek
Güvenimizi kazanan dağlarda karda yürüyüp iz bırakmadın
Hayal kırıklıklarını bulutlara astın, -Stairway to heaven!
Cennetle cehennemin birbirine girdiği bir haritanın
Gözden uzak olmaya en müsait yerinde
Hiç de ırak değilsin gönülden
Şivesi kırık bir ağıt gibi uzanırken menzilinde
boylu boyunca Hakkâri…
Kuşatmış etrafını bin türlü hain siper
Misliyle cevap vereceksin düşman saflarına
Üzerine kurşun dökülmüş ne cüret, sıkı nişan al!
Allah esirgesin seni, Allah parmağında belirsin!
Siper et gövdeni, bu hayâsız akınların sonu zafer
Dirayetlisin sen, ihanetin de hakk’ından gelirsin!

Ne hazin, merhametini yarıya kadar indirmiş bir bayrak
Ne acı, vatan bilincinden isabet almış bir miğfer!
Akan kanına kantaşı yetirilemeyen öfke doğumları, ne beter
Evvelce göbek bağı kesilip ismi konmuş
Hepimize yetecek denli sınırsız ütopyamızda
Ne mutlu;
Ne mutlu dostum diyene, diyebilene…

Tüm bu yaralar sahici değil, sahiden değil biliyorsun
Ejder, a benim çocukluğuma omuz vermiş dostum
Mevla’m seni asıl yarana, yârine kavuştursun!

Özgür Gümüşsoy

Allah'ın Emanet Bürosu

Vişneyle içli dışlı votka dublelerinin cesaret verdiği
On beş voltluk tenlerle ışıklandırılmış o şehirde
Hani lütuf gibi önümüze serilen cüretkâr Barselona’da
Yeni yılın çok eski sancılardan peydahladığı yetim bir akşam
İstisnasız üşüyoruz, ilk kez bir araya gelmiş
Belki de ilk kez ikilik çıkarmamaya gayret etmişiz
Özüne nasıl da alçakça ihanet ettiğini anlatıyorsun sen
Her seferinde, kaşla söz arası yanıma koşarken
“Fazla uzaklaşmış olamazsın düşes
İkinci adresin olayım, hadi bilemedin üç…” diyorum bir umut
Omuz silkerek o agnostik sokağı işaret ediyorsun
Balkonlardan İspanyol ezgileri dökülüyor şuursuz kaldırımlara
Müthiş kahkahalar atıyorsun sen, Çingene lisanında
Sanki her şey bizi mütevazı bir krallığın yıkılışına sürüklüyor
Fetret Dönemi’ni falan siktir et!
Bünyemin kronolojik esprilere hiç tahammülü yok şuan
Evet bizde biraz irsidir geçmişe dair buhranlarla yaşamak
Hayda! Sokak lambaları da göz kırpıyor bak!
Dilini çabuk tut sevgilim, karanlığa kalmayalım
Aydınlanma çağındayız tutarsız ilişkilerin
Sanki her şey bizi fahiş bir gecenin saltanat kavgasına sürüklüyor
Ya dört başı mahmur olacağız ya da bineceğiz dört kolluya!

-Seninle retinalarımızı takas edebilseydik keşke. Bir defalığına, sen misali bakabilmek isterdim kâinata…
-Benim yanımda hayal kurma lütfen. Çok fena inanırım. İnan ki sonra bana, hiçbir gerçeği anlatamazsın!

Bütün dış seslere sağır bir otel
Yerçekimi yasasına gönülden bağlı bir asansör
Tebessümle “Yangın çıkışlarımız sağ taraftadır!” diyen bir belboy
Mucizelere son derece açık bir oda
Ardına kadar şehvet için aralanmış bir kapı
Erotik çağrışımlara sebep olabilecek bir anahtar
Bir ayna ki, onca parmak izini sır gibi saklayan
Hiçbir cinayeti üstlenmeyen iki üstsüz ve de sevgilikatil!
Derken içeride kızıl nehirlerden firari bir yatak
İçeride ağız ve düş polikliniklerinden onaylı öpüşmeler
İçeride iyi yerlere temas eden doku’nuşlar
İçeride tüm evreni kucaklarcasına sarılmalar
Ve gel-gitler, yine içeride…
İkimiz de oradayız, iç içeyiz dünyevi ihtiraslarla
Güzelliğin maksadını çoktan aştı Arcilla
Henüz çocukça davranan bir ormandan farksız
Tam manasıyla yeşermeyen irislerin…
Gözlerine kimsecikler bir şey yazmamış mı yazık
Ben onlara meczup şiirler indirmeliyim mecbur
Keza benim edebiyatımda son nokta olacaksın
Hece ölçüsüzlüğüm, kronikleşen devrikliğim olacaksın
Aşkımızın taçlandırıldığı bu gecede ya devrilecek
Ya da ilahi bir kudretle tahta çıkacaksın
İçeride, tanrısal bir hükümdarlığın enkazı…
Ya orada kalarak inanç esaslarının yakınlarını arayacak
Ya da üzerlerine basarak kaçacaksın!

-Ben İstanbul değilim yalnız, bu kentsel avuntudan kurtul!
-Öyle erişilmez uzaklıklarda arıyorum ki seni, ille de seni…
-Sandığın gibi değil, ben her yerdeyim. Elinin altındayım hemen…
-İyi de benim asırlardır ellerim yok. El oldum, ellerimden kork!

Nihayet gidiyorum zehr-i siyahım
Zihnimde daha da çirkinleşme diye ayrılıyorum senden
Aşk için gidiyorum, aşka geliyorum davetsiz
Beni unutma diyorum, adım her sessizliği işgal etsin
Cenneti sunsun karşılığında adın
Adın sunağıdır kurban edilmiş tüm hislerin
Günahıyla sevabıyla eceline terk ediyorum seni Arcilla
Tanrının senden aldığı intikam say sen beni
Her siluette ayrıdır sevdanın tezahürü biliyorsun
Et ve Tırnak Kurumu’ndan güç bela izin alarak
Seni kendimden koparıyorum, eti tırnaktan ayırıyorum
Avuçların kan havuzu!
Avuçlarını kestim nasır tutan kalemimle bu doğru!
En çok da ellerine karşı mahcubum
Üzgünüm, onları da şöyle şu kırmızı köşeye bırakıyorum
Gururlu bir matador gibi bu yürek arenasından çekiliyor
Seni ayakta alkışlayarak onore ediyorum!
Cesedimin böylesi bir çabayla seni uğurlamasını
Nezaket icabı El Pençe Divanı’na ithaf ediyorum!

Allah’a emanetsin artık, an itibariyle!
Tıpkı emanet bürosunda unutulmuş, sahipsiz bir valiz gibi
Bir zaman sonra şüpheli yaftası yiyeceksin belki
Fünyeyle patlatıldığında, havaya uçacaksın mutluluktan
İçinde; her mevsime uygun, kalite yalanlar…

Allah’a emanet ol Arcilla!
Ta ki arsız bir el, o valiz bana ait diyene kadar…

Özgür Gümüşsoy

Kan’a Karışan Enstantaneler

I ( Intro! )

Doğu şiveli o iki üveylik çocuğun
Ağırlığını eşitçe pay ettikleri pazar filesinden
Nar düştü caddenin avucuna
Paramparça halde yere serildi sanki kırmızı
Kan gibi dağıldı bereket
Bilmecelerde sık sık sorulanın aksine
Çarşıdan bir tane alınıp eve gelince bin tane olan
Nar değil de aza kanaat etmenin erdemi sayılmalıydı
Tane tane okunmalıydı yoksunluğun maneviyatı elbet
Gülümsedi daha kısa boylu olan diğerine
Diğeri öfkelenip patlattı ensesine tokadı
Zihnimde tetiklenmeyi bekleyen bir acı vardı da belli ki
Aklım maziye dair cinayetlere azmetti bu sahneyle
Mermi gerisin geri ateşlendiği ele döndü, el isabet aldı
Çok tanıdık bir sancı, el oldu!
Yabancıdan bildi ahali, en çok da şairliğim ayıplandı!

II ( Aşka giden her yol mubah, sanılmasın! )

Hayatımın en rahat yolculuğundayım tabii
Neticede gönlümden kalkmışım gönlüne gidiyorum
Bir yol var biliyorum!
Tesadüf o ki, yan koltuğum boş yine
Oraya her seferimde yokluğunu oturtuyorum
Malum ya trafik lambalarında en üst mevkidesin
Duruyorum seni görünce olduğum/öldüğüm yerde
İkazsın tenime ışık hızında, kanıyor çağrışımlar
Tıkanıyor şehrin ana arterleri manidar bir şekilde
Bundan böyle her kim sana varacak olsa
Ulaşım benim kılcal damarlarımdan sağlansın
Zor fakat imkânsız değil ya
En azından alternatif bir itikat bulunana kadar
Herkes aynı Tanrının tasarrufuna inansın!

III ( Cinnet ile cennet arasındaki ses benzerliğinde cüretler… )

Halının altına süpürülürken tek taş yakut
Kırılıyor gururu davaya armağan edilmiş yılların
Mücevher yitirdi mi değerini
Kan kaybetti mi asaletin rengi veyahut
Gel ne demek, hoş geldin geç buyur
Aç mısın insani hazlara, sorgusuz dürtülere aç mısın?
Sen üstüne hafif bir karakter giyin
Dilersen dayanılmaz zevkler restaurantından bir şeyler söyleriz
Kıyamet gündeliğimiz olmuş, hadi ama lütfen…
Unut gitsin daha eğlenceli eceller keşfetmeli
Farz-ı misal, fezaya doğmamış çocuklar göndeririz
Don biçeriz daha çükten dahi düşmemiş ihtimallere
Ne bileyim ulu çınarlara kök söktürebilir
Kök hücrene bile inebiliriz ya da
Çok yanlış insansın sen çok…
Yoksa söylemez miydin hiç bu özgür kuluna
Periyodik olarak toplu mezarların yürüyüşlerine katıldığını
Toplumsal olaylara ölü kimliğinle destek sağladığını
Bütün kahpelikleri bir bir solladığını!
Sırtından vurulduğunu Hrant’la beraber
Katillerinin lüks otellere yerleşeceğini söylemez miydin?
Bilsem yazmaz mıydım ben de, beyazın kir tutma aşamalarını
Güvercinlerin ayacıklarına sarmaz mıydım barış notlarımı
Tarihini hemen ülke hafızasından silen bir hainlikte
Vurulmuşsun, gündem değiştirme canavarının silahıyla
Aynı kafatası aynı hamam!
Sen beni bırak, ardındaki fail-i mutlakları avut
Mücevher yitirdi mi değerini, ha tamam!
Kan kaybetti mi asaletin rengindeki yakut
Vurulmuşsun lan, yüzün gözün şiir!
Cesedin dahi, büsbütün anlatım bozukluğu veyahut…

IV ( Sansürlenmesi muhtemel çekim hataları… )

Sevgilim sen nesin biliyor musun?
O domino taşısın, inatla devrilmeyerek;
Yüzyıllardır üzerinde çalışılan bir oyunu sekteye uğrattın
Müthiş bir tablonun nihayetlenmesine engeldin birebir
Aslında siyasi suçlu bile kabul edilebilirsin belki
Çünkü karşısın kalbinin yönetim biçimine külliyen
Sofranın başka ellerce didiklenmesine
Dış mihrakların mahallendeki salyangoz satışlarına karşısın
Evet, ne olacaksa olsundu bazen de bu ütopyada yaşamak
Gazi unvanı almış kimi yerleşim bölgelerinde
Harp malullerine göğsümüzde yer vermişiz biz
Bayrakların vücudunu kandan aldığı bu topraklarda
Sen nesin biliyor musun?
Kör bir kuyuda, görme yetisini koruyan tek damlasın
Öyle bir kurudun ki, bize çölleri dahi arattın…

V ( Sabote edilmiş bir sahne… )

Besmeleyle bozulmuş bir masumiyet müzesi düşün
Kan şekerleri ikram ediliyor kapıda misafirlere
Dokununca su dokuna
Açılıyor günebakan gibi kadınlık çiçeğin
Yapraklarında yıldız tozları hep
Sanki koca bir gökyüzünü içine almışsın da
Bütün gezegenler de bir aldatılmışlık hissi…

VI ( Gün aydınsız bir sabaha uyanırken… )

Lavaboya dökerken bileklerini o olgun şarap
Vakitsiz bağbozumu desen yeri!
Yalan değil kan sıçramış akşamın alnına
Gırtlağımıza dek dayanmış artık, halden anlamaz jiletler
Ruh diyor, peygamber demiyorlar!
Biz neyiz biliyor musun?
Uzatma dakikalarında oyuna alınan futbolcular gibi
Tamamen zaman geçirmeye yönelik olan varlıklarız
İlk on bir şansını her yakaladığımızda
“Galiba henüz baba olmaya hazır değilim…” diyerek saçmalayan
Saçmalamayı adet haline getirmiş figüranlarız
Daha dün gece saç diplerinde uyumuşken
Bu sabah yalnız uyandım, gittim kırıklarımı aldırdım
Sevgilim biz neyiz biliyor musun?
Ayaklarına kara sular indi şiirin içinde yürümekten farkındayım
Bana dönmenin kara sularında boğuluyorsun da denebilir
Tam da buyuz işte seninle biz
Kendi girdaplarından kesinlikle habersiz birer iç deniziz!

VII ( The End babında… )

Nar düştü felaket
Işık bile durduramadı kan trafiğini
Yakutun gururunu yerle bir etti kadın
Adam göndere çekti isyan bayrağını bir zahmet
Bacaklarını iki yana doğru araladı masumiyetin vahameti
Şarap kesti bileklerini, kırmızı!
Bu cadı avında, engizisyon mahkemesi ayarındaydı her şey
Bu cadı kazanında; tadından yenmiyordu hak, hukuk, adalet!
Sevgilim; “*Sana büyük bir sır söyleyeceğim
Korkuyorum senden!”
Yedi düvelden, göğün yedi katından korkmayan ben
Zangır zangır titriyorum yüzünün yüzüme aksinden
Bu kör aynasında, suretim sırrımdan da karanlık
Bu kör dövüşünde, hiçbir şey göründüğü gibi değil!

Görüyorsun ya sen de işte
Kan gövdeyi götürüyor bazı kelimeden filmlerde
Ve ben feci korkuyorum senden
Büyük bir sırrı tutar gibi, aynasız ellerimle…

Özgür Gümüşsoy

*Louis Aragon

Renklilerden Ayrılan Beyaz Gece’ye Şiir

Sanki gece, avlusuna almış dolunayı gizliden gizliye
Perşembeyi cumartesiye bağlıyorlar beraber
Herkes uyuyor, hepsi de güya Tanrının güvencesinde!
“Bugün günlerden ne?” desen; herkes’ler uyuyor
Peki bu ömür hırsızlığı değil de ne?

Takvimlerde bilhassa es geçilen o iki kış günüydük
Ama çok güzeldik…

Kar taneleri ile piyano tuşları arasındaki renk uyumu
Yine gözünden kaçıyor şu meşhur damdaki piyanistin
Hayır o kemancı falan değil, üstelik de kör!
Ne kayıp notaları görüyor ne de sol anahtarını
O hicaz şarkının dışında bırakılıyoruz sürekli, efkâr kapımızda!
Haciz getirilmiş bütün kişisel avuntularımıza
Alacaklı gibi çalıyor vaktimizi, hissel mevzuatlar
Dolunay, dolu kısmına bakmaktır bir rakı bardağının…
Gökyüzü de şişedeki gibi durmuyor
Sokak ise tamamen, hüznü sek tüketmeye taraftar
Her yerde kar var, kalbini siktir et bu gece!
“O şiir senin bu şiir benim…” diye dolanırken sen
Kelimelerimin kombine biletlilere ayrılmış tribünlerinde
Geçiyoruz içi boşaltılmış manalardan el birliğiyle
Taraf olmak deyince, elini sol göğsüne götürmüyor artık hiç kimse!
Herkes uyuyor, herkes’ler harfiyen uyuyor ‘gaflet’ sözcüğüne!

Işık hızından arda kalan o iki beyaz gölgeydik
Ama çok güzeldik…

Geçiyoruz el birliğiyle, mananın hafifliğinden
Ceplerimizde hem lahana turşusu hem de perhiz reçetesi
Selamsız geçiyoruz, sahib-i meçhul salalardan
Malum ya yazarlarımızı usulen sırtlarından kurşunluyor
Peşi sıra adlarını veriyoruz büyük bir övünçle
Katilliği erken yaşta aşıladığımız çocuklarımızın
Hep o biraz buruk, hep o öksüz oyun parklarına
Bu heybetli ülkenin bilincini yitirme törenleri esnasında
Eski bayramlardan bahsediyoruz nerdeyse deli cesaretiyle
Şeker toplama rekorları, ev yapımı baklavalar…
Kızkaçıran’lar filan hani
Hemen aklıma kendi çocukluğum geliyor böyle anlarda
Bazı zaman evin dahi yolunu bulamazken
Aklıma nasıl geliyor, inan ki bilmem
Geçiyoruz şuursuz bir hikâyenin içinden, el birliğiyle
Durduk yere kahraman durduk yere ziyan oluyor
Özgürlüklerine bir hayli düşkün
Ve hâlâ suç unsuru teşkil eden o Uğur’lu düşüncem!

İlk randevularına tesadüf eseri çıkan iki beyaz fahişeydik
Ama çok güzeldik…

İsmini Beatles’tan ödünç almış o kafede
Köşede ihtiyar bir gramofon –ki gram sesi sedası yok!
Duvarlarda “The Wall” gibi Pink Floyd posterleri
Bir de belki Scarface afişi ve Tony Montana’nın suratsızlığı
İkimiz de üşümüşlüğümüzle oradayızdır kesin
Sıcak çikolata söylenir, sırf ortam ısınsın diye belki
Kar kıştır da hem; “*-Hastayım sana!
-Gesmis olsun…” diyalogu masada hiç sırıtmamaktadır
Pencereden dışarıyı izleyerek bir çıkış ararsın bu sevdaya
“Ben hemcinslerinin oyun hamuru olmadım hiç
Yüreğim öyle kolay şekil almaz!” diyerek kozunu öne sürersin
Sıfırın altındayımdır, sıfırın da koynuna girmişimdir ben
Keza benim tüm soğukluğum da bu sebeptendir
Zaman zaman evin dahi yolunu bulamazken
Ciğerime kadar nasıl sokulursun, inan ki bilmem
“Kadın tenlerini tek tek damıtarak
Ölümsüzlüğün şiirini kaleme alıyorum
Suyun ısınıyor senin de, haberin olsun.” derim örneğin
Gülersin, gülüşün caddeleri de günaha sokar muhtemelen
Ah sen yok musun sen, bu meczup beden alacağın olsun!

Uzay mekiklerine kafa tutan o iki beyaz kargaydık
Ama çok güzeldik…

Hani ayda yürüyüp izini belli etmeyen o adamlardandım
Mesafeliydim Houston’la, aramızdan su da sızardı muhakkak
Bence asıl uzayda yaşam vardı!
Taa fezalardan dahi çıplak gözle görülebilen
Emsallerinden vücut kıvraklığıyla ayrılan bir yapıdaydın sen
Çin Seddi gibi uzanırdın yatağımın yüzölçümüne
Galaksinin pür dikkat takip ettiği bir sevişmede
Birbiriyle birebir aynı olan iki kar tanesini aradık durduk
Tenlerimizin bilime adanmış tüm serbest bölgelerinde
Aşk böyleydi işte, olmayana yol bulmaktı biraz da
Herkes’ler uyuyordu, “Zifir-i Nefes” melodisiyle
Bağıracak olduk tam da onlara uyanın diye
Çünkü hicaz bir şarkının kapısında resmen ölüyorduk
Damdaki piyanist, serçe parmağıyla ifşa ederken o geceyi
Anımsar mısın bilmem, sanki olduğumuz yerde
Sanki biz seninle, rakının da verdiği o şevkle
‘Orgazm’ adlı gezegene doğru hızla mesafe kat ediyorduk!

İki kara zarf gibi, çekmecenin en arkasında bekletilen
Tanrının mazisini aydınlatacak o iki beyaz ayıptık!
Özenle saklandık ama inan ki çok güzeldik…

Özgür Gümüşsoy

*”Ağır Roman” filminden bir replik…

Aşk Yaralarının Triyaj Tutanağı




-Şikâyetiniz nedir?
-Kalbim… Ağrıyor be doktor!

Başka bir aşkla pansuman yaparsın yarana
-ki o iyileştirici konumunda olan da çok sağlıklı sayılmaz
Herkes eşinin önceki kanamalarından nemalanır hani
Sizinle izdivacım da öyleydi, ah düşman başına!
Çatışmanın ortasındaydım birebir, omzumda dost eliydi sanki
karşı cephede canı sıkılmış tüm o çapsız kurşunlar
Bütün olumsuzlukları üç vakte sığdıran ömrüm
Fırtınaları hobi olarak seçmişti ebedi çocukluğuna
Sizinle ne zaman rüzgârın kuyruğuna teneke bağlamaya kalkışsak
Denize düştüm ben sonunda, bütün yılanlar cazip geliyordu artık
“Bu uğursuzlukların sonu gelmez mi?” derken
Her depreme bizzat fay olarak katılıyordum neticede
Tsunamiyi tatlı sandım hatta İtalyan mutfağına sempatinizden
Daha kötüsü de var göbekliyim sırf seversiniz diye, taa Etna kadar!
Bakın nasıl da unuttum içinizde patlayan akşamlarımı
Lavlarla yıkadım ya yüzümü, felakete abdestsiz girilmez deyince Annem
Pardon güldüm istemeden…
Bunca hengâmenin ortasında abes oldu
Kime derdimi anlatmaya niyetlensem yetkisizdi sizden yana
Sizi doğal afet statüsüne almayan tüm sivil toplum örgütleri
Güzelliğiniz karşısında tel tel dökülüyordu bana kalırsa
Daha önce de demiştim ya; bana kalmadı!

O son perşembe kalbinizi görmüştüm dünya gözüyle. İtler hiç dinmeden yağdı, bulutların lisanıyla havladı durdu gök!

Miktarınca sevemedim ki ben sizi
Yüreğimin ağırlığı fazla geldi hep aşkın kantarına
Ne ayarsız bir geceydi, dalgınlığıma geldiniz
Şimdi siz de çok üzgünsünüz biliyorum
Yine de ölüm müsterih, ölüm Hakk bana!
Ve inanın ki; su olur buz, hayalleri kırıldığında…

Özgür Gümüşsoy

18 Mart 2010 Perşembe

Sokrates'in Üçlü Filtre Testi

Eski Yunanda , Sokrat bilgiyi saklaması sebebiyle saygıdeğer bir ün yapmıştı..
Bir gün bir tanıdık, büyük filozofa rastladı ve dedi ki,

"Arkadaşınla ilgili ne duyduğumu biliyor musun ? ''

"Bir dakika bekle" diye cevap verdi. Sokrat. “Bana bir şey söylemeden evvel senin küçük bir testten geçmeni istiyorum. Buna Üçlü Filtre Testi deniyor.”

“Üçlü Filtre?” dedi adam…

''Doğru, '' diye devam etti Sokrat. “Benimle arkadaşım hakkında konuşmaya başlamadan önce, bir süre durup ne söyleyeceğini filtre etmek, iyi bir fikir olabilir. Bu ona 3 filtre testi dememin sebebi. Birinci filtre, Gerçek Filtresi Bana birazdan söyleyeceğin şeyin tam anlamıyla gerçek olduğundan emin misin?"

'' Hayır,'' dedi adam ''Aslında bunu sadece duydum ve ....

'' Tamam,'' dedi Sokrat, “Öyleyse , sen bunun gerçekten doğru olup olmadığını bilmiyorsun. Şimdi ikinci filtreyi deneyelim, İyilik Filtresini. Arkadaşım hakkında bana söylemek üzere olduğun şey iyi bir şey mi ?”

“Hayır, tam tersi...” dedi adam…

'' Öyleyse, ''diye devam etti Sokrat. “Onun hakkında bana kötü bir şey söylemek istiyorsun ve bunun doğru olduğundan emin değilsin. Fakat yinede testi geçebilirsin, çünkü geriye bir filtre daha kaldı : İşe Yararlılık Filtresi. Bana arkadaşım hakkında söyleyeceğin şey benim işime yarar mı ?”

“Hayır , gerçekten değil.” dedi adam…

''İyi, '' diye tamamladı Sokrat, “Eğer, bana söyleyeceğin şey doğru değilse,iyi değilse ve işe yarar , faydalı” değilse bana niye söyleyesin ki ?”

4 Mart 2010 Perşembe

ALEM ELMASI

BENDEN alaca gökyüzü
tıkalı bir coşkunluk halinde baktığım
avuçta emaneten duran yeryüzü-ğü
t-aktığım
önemsenmeli mi aradaki boşluk
seçemiyorum artık kendimi
diğerlerinin gözlerinde
bekliyoruz uzakta, yıldız ve ben
ardımızda kendimiz kadar bir karanlık taşıyoruz
önümüz aydın
bir yangını emiyor susayan ağzım

BAKILINCA yaratandan herşeye
dağılan ve toparlanıveren
herşey, bu masa bile, gizle dolu
gözümle yerle bir olan elma
sonra elimle soyduğum kabuklar
dişlerimle kesip ağzımda tuttuğum
ıslak yeşil bir kokuda sessizce duran parça
ve elimde kalan büyük kısım
sağlam, konuşkan, hür
ağzımla yaşlanıyor sözcüklerim
uzun yolun kısasıyım
gülüyorlar halime
aklımda gittim hep
nereye gittimse

HANGİ içerik tarif eder biçimi ?
korkularıma güvenerek sonunda iki hiç oldum
sınırlarımda gezindim
dibe doğru ve aksi yöne
kaskatı dokunuşlarla dünümü bıktırdım bugüne
kendime yitmiş bir hayal gibi baktırdım
kim bu yabancı?
nefes alıp nefes veren
almak ve vermekten söz eden
saatler..
unutulan anadiller gibi masada kalmış susam taneleri
birbirine dokunan iki bacak
birbirine aynı bedende dokunan iki bacak
onlara batan bir dirsek
saatler..
ölü saatler
ve diri
kavrulan bir sarı leblebi gökte
ve kavuran..
ısınan yabancı
ellerini boynuna tutuşturup
çıplak ten kabuğumu ısıya yalatan, karartan
kim, kim bu yabancı?
yara bağlamanın, kabuk bağlamanın
iki hiçi birbirine bağlamanın sıkıntısı
varlık duru söz kuru
ve işte sınırlarımı belirleyen biçim
biraz tırtıl, biraz kelebek
bitmeyen seçim


UÇURUM sen söyle neydi bize olan ?
yüksekten görünen
alçağı yaratmaya etken değilse neydi ?
kırılmanın şiddeti parçalara ayırmadı
azaltıp durdurdu
tek parça görünmede bile zorlama bir varlık
gölgesine bakan bir gölge ...
belki bu şiddetin kırmayıp
yalnızca büktüğünü varsaymalı
doğrulmayı arzulatacak, ah tam ortadan
uzun ve derin bir bükülme değil
önemsizliğinde unutulacak
küçük bir form bozumu
deforme olan yaşam biçimine alıştıran
ısındıran bir büküklük
kenardan
kısacık


SIĞ sulardan aydınlık bir boşluğa savruluyorum
gri damarlı eflatun bir çiçekten üflenerek
beklentiliyiz avuntuluyuz bizler
böyle diyor ince bir kız ağzı eski bir şiirden
kim bilir hangi kızın bu ince ağız
yıllar arttıkça yüzler çoğalıyor
kimi, neyi bekliyor bu ses
bu ses
eski bir divanın temizliğe itilişi
mor yeşil baklavalı örtülerin gıcırtılı rutini
yada belki kayıp bir nesneyi bulmaya uzadıkça uzuyor kolum
parmaklarım örümcek çevikliğiyle divan altında
tozları yutarak ilerliyor
bulmayı arzuladığı nesneye yaklaştıkça
itilme şiddeti artıyor divanın
itiliyoruz bizler, diyor ağız
bir beklentiden bir diğerine doğru
zemin ıslak
kayıyoruz
düşmeye yakın tutulup bazen
kayırılıyoruz!
koşup dışarı çıkıyorum
sakız esnekliğinde tükürüğe boğuluyorum parklarda
zaman çocuk
zaman ölü eti
şişen
şişip kendini geçen
biçiminden taşıp sonunda patlayan dünyamın beyaz yalanı
benzemiyorum ki kendime
daha kayganım
akıcı bir üsluba doğru dibe çekilerek taranıyorum
bu beyazlık çok soğuk
beyaz damarlı beyaz bir çiçekten
üflenen karlaşmışlığım artık!

(elim, ağzım ve elma
donarak dağılıyoruz...)


Güliz Kerse

Tehlike Anında Kalbimi Kırınız!!!!

_ Sürgüle kapını, açma.
Kim sorarsa beni ‘yok’ de.
‘Yokluğu bile gitti !’
Bir eliyle kalbini tutuyordu. (memnun)
Diğer eliyle güneşi gösteriyordu. (hırçın)
Düşüneceksin ; yalın yürek, boşluktan çekip çıkardığın o duyguya bir isim bulmaya çalışacaksın. Herkes kadar ve hiç kimseye benzemeyen, o yarı yüzüne felç inmiş kambur düşü düşünmekten yorgun düşeceksin.
‘Uzan’ dedi çoğu. ‘Uykuya öykün. Ben bir melek kadar gerçeğim ve hiç bir kuyu yoktur ki sonu uykuya açılmasın.’
‘İnceliğine yenik düştüğün yaprağın damarlarında bile o kan var. Ve yürüyorsa hala ben duramam.’
Aldandın sen.. ki biz çoğu kez aldatıldık. Uyku uyumuyor. _ Basit çok zor.. !
Susturmalıyız koynumuzdaki DEMİR FİLİ.
Ayağa kalktın. Öğrendiğin her şeyi silinmez bir mürekkeple ajandana not ettin. Yıllar geçtikçe silgilerinin üstüne yazmayı da öğrendin tüm olan biteni.
Kendini, el bile sallayamadan, yüzün aynaya kayıtsız, terk ettin.
Herkesin kendi için dilediği o masalı sen de diledin. ‘Bak girmiyor kabuğuna gün ışığı.’ , ‘Seni burada kimse tanımaz.’ replikleri..
Tanısa da konuşacak halin kalmadı. İçine çöktün. Ağla.. Senden olmayana dilsizliğin yenik düşürünce o masalı anımsarsın.
Unut ! Ben o masalı da okudum. Çıkmıyor hiçbir sokağı uykundaki kente.
‘Tehlike anında kırılan bir kalbim var benim.’
(Çift) kişilikli bir kadının kendiyle yaptığı düet
“Kara kutu tek delil.” liste başı.
Koşacaksın. O kadar hızlı ve öyle uzağa koşacaksın ki, senden çalıp sana armağan ettikleri tüm sözcükleri rüzgarın şiddetiyle bir bir yutacaksın.
Gözlerini kapat. Suya inen küçük tayın hikayesini anımsa. Yaslandığın her şeyin aslında sana yaslandığını, güzel dediğin her şeyin, her an bir kahve lekesi gibi dönüşebileceğini.
Issızsın.. biliyorum. Üşüdüğünde kibritten hayatlar yakarsın.
Dehanın ‘nasıl’ından sıyrılıp, inatla ilkelin ‘neden’ini sorarsın.
Merak ettiğin eski zamanlarda da aynı mevsimler barındı. Yüzyıllardır aynı yağmurla ıslanıyoruz. ‘Yok’suzluk inancı hala yazdırıyor. Karşılaştığın bir yüzü karanlık ayrıntılar hala ayın uzak çekiciliğine uzun uzun baktırıyor seni. Kapıyı çarpıp çıkan her anı’n, sırtında yeni kapılarla, ter içinde geri dönüp kapını çalıyor.. ve sen hala aynı soluğu alıyor, aynı ruhu alıkoyuyorsun içinde...
Botları çamur içinde kalmıştı. Takıntıları da o çamur gibi bir yağmurla sanki siliniverecekti. Kendine teslimiyet kadar yakın ve uzağı hatırladı. Yağmura baktı bir süre. Yağmur da ona bakıp başını defalarca yere eğdi. Otobanda oluşan çukurların içine biriken suyu izledi.
Sonra her şeyde halkaları göreceksin. Zaman gibi nesneye paralel açılacaklar.
Yaşlı bir yüz profilinin göz altlarında oluşan mor halkalara hafif flu bir geçiş.
Not et. Senaryonun bir ayrıntısı daha olabilir bu.
Sadece ayrıntılardan oluşan bir senaryoyla kim ilgilenir ki...
Yağmurun sicim gibi akışını tokatlayıp, bir ilmekle boğazına geçirirsin. Ölümünün biçimini kurgulamayan bir kişi bile tanımıyorum. .. _ Bulamayacaksın.
Ney’in sesini özledim. Dağ başında kolaylokma evliyalık derslerini. Şehre inen Erdem’in cinnetini. İsimler sözlüğünde adını aramayı, her yok’lamada var olmayı. Zil çalınca ayağa kalkan şartlanmış insanları. Karışmayı yarışmayı ayrışmayı... Şarap istiyorum.
Ağlayana kadar iç. Sonra koş. Kaç, git buradan. Son durağın ardındaki küçük tahta kulübeyi geç. Oradan kendine kuzey gelen yere doğru hızla ilerle.
Ayakkabı tamirciliği yapıyor, eskiden nalbantmış. Ellerindeki lekelere “Gölgede kaldımdı.” diyor.
_ Iyyy adamın ellerini gördün mü iğrenç! Kız baksana rujum bozulmuş mu ?
_ Ruhuna kıyasla mı?
Hadi söyle bunu.
Soran ilk kişiye, ‘evet bozulmuş, ama aslını istersen umrumda bile değil !’ de.
Aldatıldık biz. Sorduğumuz adres defterlerinde bile yırtık sayfalarız. Uyuduk, eğildik, koştuk, ağladık, ..büyüdük bile (?) _ Belki yalan bile söyledik ! Bunu bile yaptık kendimize. Bak bana. Yüzümden akan bağışlama hissi çoğu kez bir suçlu olmayışından. Ağla beni. Koş diyorum, yalan söyle ! Makarnadan bir yalan diz ipe. Yalandan benim yerime özür dile. Bir özrüm olursa kalırım.
Çünkü ona dokunmayışım nefretimden değildir, bilsin. Onu sevdiğim için girmedi hayatıma.
Çoğumuz bir Aşk meyvesiyiz.
“Azımız patlak prezervatif meyvesi.” diye güldürdü biri beni. “Tüm erkekler gay potansiyeli taşır”, dedi. “Lezbiyenlikse yapay, sentetik geliyor bana, hahhahhay!!” (?) ! ? ...
_ Bu ne kibir yahu! Suyun da kaldırma kuvveti var. Bulanı boğuyor !
...
Eğilip alacaksın hayatını yerden. Aşk’ı, uzanıp kopardığın yere yapıştıracaksın. Cebinden çıkaracaksın “Yalnızım; Özgürüm !” oyunundan artan bilyelerini.
Bir elinle kalbinin ortasında çarpan kapıları yumruklarken, bir elinle güneşi göstereceksin.
“ Patlak bir hayatın tesadüfen’ inde kaldım. Söyle bana ! Aralık ayında içinden yerle yeksan geçtiğimiz aralık kapılar da olmasa..”
_ Unut ! ..sürgüle kapını. Açma ! Sakın açma. Sakın onu avuçlarında çırpınan bir güvercin yavrusu gibi, kendinden bile. Bir gün uçsa bile.
“ Ben bir meleğim. Bir melek kadar gerçeğim.”
_ Sürgüle kapını !
“Aynı yağmurla ıslanıyoruz, içeri al beni.”
_ Açma !
“Beni tanımıyorsun.” , dedi. “ Bana ağlayabilirsin o halde. Ama önce kapını açmalısın. Anahtar deliğinden nişan aldığın kalbimi kırmalısın. Tehlike anındayız. Yalnız ikimiz kaldık.” ...
Açmadı bütün gece kapısını. Yabancı gitti. Bir daha dönmedi ve aslında orada bile olmamıştı belki. Yalancıktan bir sürgüydü islenen, kalbimizdeki tıkanıklık. Yalancıktan süpürdük geceyi. Yalancıktan uyuduk sabah olunca. Avuttuk koynumuzdaki demir fili. ‘Sonsuza dek mutlu yaşadık.’ Kim sorarsa sorsun orada yoktuk. Bir karanfil kokladık. Ağlamayı hatırladık. Avcumuza yalancıktan ağladık da. Bir tay suya indi. Suya baktık ..
Artık tayın yerinde duran ay gölgeli o haritanın sırtındaydık.

GÜLİZ KERSE

2 Mart 2010 Salı

içses

Ruhumun düzülmemiş düzlemlerinde,
hayatımın portakal kabuğu biçeminde
selülitli çarpık dayanakları var!
Küresel sevişmelerin meyvesi piç penguenler,
aç kalmış kutup ayılarının tecavüzüne mağruz bırakılmakta!
Dünya düzeni merkezkaç kuvvetini yitirmiş,
dönüşler yörüngeden sapmakta.
Bebekler bile, dünyada kıçlarına yed...ikleri ilk şaplakta,
ebelerine sövmekte ana avrat!
Eski bayramların da tadı yok,
aşklar kurban edilmekte her boş anda!


Varlığın ve yokluğun arasındaki
ince çizgi gibi dahilik ve delilik arasındaki çizgi.
Sen yoksun diye varlığımı sorgulama çabası
ve belki var olduğunun şizofrenik sanrısı beni deli eden!
Ey gözleri,doğanın en güzel rengi makamında yaradılmış varlık!
Ya delirt beni ya da öğret bana artık!


Ne kadar gizlemeye çalışsam da,
kimliğimi mutlaka açık ediyorum en hassas yerimden.
Sana beni soruyorlar;
" Güzeldi.Yaşadık, satıldım katma değer vergisi dahilinde ve bitti" diyorsun.
Afişe olunca, kalmıyor tadı dönen yuvarlak kürenin!
Dörtte üçü suyla kaplı olsa ne yazar ulan,
benim derin devletimdeki dehlizlerden daha büyük olamaz ya!

Zaten;bu aşkın çekilen röntgeninde sadece kendini gören,
su içerken bile üst dudağında bıyık bırakmayı başarabilen,
3 liralık para üstünü hala parmak hesabıyla kavrayan,
gitmene rağmen seni hayatında zanneden,
orta halli bir ailenin gerizekalı evladıyım ben!

OĞUZ BAL