BLOGGER TEMPLATES AND TWITTER BACKGROUNDS »

1 Ocak 2010 Cuma

BÜTÜN BAŞARISIZLARIN AZİZ HATIRASINA

Suskun kelimelerin içinde ayarı usta tezgahı görmek isteyen bir çığlığın ortasındayım. Sessizce yatağa düşmüş bu şehrin hastalığı kimi görsem ona bulaşmış. Özlemekten yorgun değil bu şehir; helalarının sifonu da çalışmıyor üstelik. Ölebilmek için adını orduya yazdırmaya çalışan kimse yok; o kimselerin ucundan tutulmuş bir hayatı da. Nerede bulmaca sayfası görseler ellerinde bir kalem. Kendileri için yazılmış bir hayatın ucundan damlayan sağdan sola kelimeler. Bizi dünyaya bulaştıran mecburiyetler tahminlerden çok daha ağır yükler yüklüyor omzumuza. Şaşkınım anlayan da yok!


"Neresinden başlamalı?” diyordum yazıya. Kaç satır bir tren vagonu gibi yaşamı andırırcasına yan yana dizilmeye başlamış işte.

Biz onunla yaşımı hatırlamadığım bir çocuklukta karşılaşmıştık. Bir mahalleden ötekine göç eden her çocuk gibi şaşkın, telaşlı, huysuz ve çekingendim. Yeniden fethedilecek bir yerler ve birilerinin heyecanı da yok değildi hani. İlk kimin misketini oyunda kazanacak, kimin bisikletiyle birkaç tur atacaktım? Kafamda bunlar. Çocuklara ter hiç yakışmıyor…

Biz Ali ile son taşındığımız evin önündeki bahçede tanıştık. Bahçe dediysem aklınıza ağaçlar, kuşlar, böcekler gelmesin. Birkaç tarla büyüklüğünde kocaman bir arazi, bir köşesi futbol oynamak için taşları temizlenmiş ufak bir saha ve en ucunda yaşlanmış bir dut ağacı. Çelimsizdim ben. Kiminle bir kavgaya tutuşsam güzel bir dayak yer, yediğim dayağı da evdekilerden saklamak için bulduğum ilk köşede bir süre ağlar, öyle evin yolunu tutardım. Öyle ya, dayak yediğimi söylesem evdekilerin alaycı bakışlarının altında kalacak, erkekliğim ziyan edecekti. Bir, iki, üç derken ben de artık yumruk sallamayı falan öğrenmiştim. En sonunda zayıftan bir oğlan çocuğunu dövmüş eve de göğsümü gere gere gitmiştim. Eh, benim de artık anlatacak bir kahramanlık hikayem olmuştu. Gariptir, övünerek anlattığım bu minik yiğitlik hikayemden sonra bir de azar işittim: “Sen hiç rahat durmayacak mısın?”

Evet, o günden sonra hiç rahat durmadım ben. Nerede bir ateş görsem hep içine attım kendimi. Hep aşkların en tehlikeli olanlarını yaşadım, hep en geç vakitlerde eve geldim, hep en yüksek yerlerden atlayıp araba hareket ederken aşağı sarktım. Banliyö trenlerine hep en son binmek için tren hareket halindeyken bindim. Daha önceden bir plan yaptığım, bir yerden bir yere giderken bir bilet aldığım asla görülmedi. Bir hadise hakkında karar verme ahlakına da sahip olamadım bir türlü. Canımın istediği namüsait tüm isteklere mantıklı bahaneler üretmekle meşgul oldum. Arkadaşlarımı da hep itilmişlerin, başarısızların ve dayaktan başka merhamet görmemişlerin arasından seçtim. Oysa ben –övüneyim biraz- mekteplerde hep birinciydim. Ah, aklım biraz da uysallığa çalışsa.

Ali çocukluğumun en hayta, en şımarık, en belalı arkadaşıydı. Benden büyüktü aslında. Haytalığı, şımarıklığı, belalı tavırları ile ondan yaka silkmeyen yoktu mahallede. Büyüğünden tutun küçüğüne kadar. Ali öyle böyle bir çocuk değildi. Ne zaman çocuklar toplanıp ağız tadımızla bir maç yapmaya kalksak Ali maçın ortasında gelir, oyunu bozar; oyunda ise rakip takımdan iyi çalım atanların birkaçını sakatlamak için en kallavi tekmelerini savururdu. Hangi kırık bacak O’nun umurundaydı ki? Yeter ki tepesi atmasın. Belaydı anlayacağınız. Ne yaparsa yapsın fenalık bende, ben Ali’yi çok severdim. Bir sıcaklık, bir güven, bir dost kokusu duyardım Ali’de. Yoksa bunca serseri, çakal, avare, çocuk döküntüsü biri neden sevilsin ki?

Ali boyuyla, posuyla, cüssesiyle de büyüktü. Mektebe ilk adım attığımda mektebin ağa çocuklarından biriydi. Yürürken arkasından hep küfürle yad edilirdi. Dayağından geçmemiş alt sınıflardaki çocuklardan kimse kalmamıştı pek. Mahallede tek anlaştığı beni mektebin bahçesinde tanımazdı gezerken. Şimdi anlıyorum; babayiğitliği kendinden bunca yaş küçük biriyle selamlaşınca halel görecek, itibarı zedelenecekti. Ne de olsa Ali ağaydı…

Ali’nin yaramazlığı azmış gibi tembellikte de üstüne yoktu. Yaşına yıl ekledikçe sınıfları çift dikiş bitirmeyi gelenek haline getiriyordu. 7. sınıfta sanırım, yollarımız artık aynı sıralarda da kesişti. O, her sınıfı tekrar tekrar hatmederken, ben onunla aynı sınıfta okuma lüksüne ulaşmıştım bile. Her sınıfta kaldığında harçlığı kesilmiş, ailesinin Ali’den umutları tükenmiş, mahallede “illallah” dedirtmediği kimse kalmamıştı. Ali böyleydi işte…

Bir gün kapımda beliriveren aşk ile uyuyamamaya başlamış, dalıp dalıp düşüncelerin içinde kaybolmaya koyulmuş, bunu kendime bile itiraf edememiş, gizli gizli gözetlediğim, hala anlatırken heyecanlandığım kızın yüzüne bakamamışken Ali imdadıma yetişti. Kızın adını birden yüzüme söylediğinde yüzüm kızarmış, vücudumu ter basmış, sesimi yükseltmiş, inatlaşmıştım “hayır” diye! “Sabah” dedi, “mektubunu kıza götüreceğim.” Ben o zamanlar bir kıza mektup yazmanın ve o mektubu önce götürüp vermenin çok gurur kırıcı bir hal olduğunu düşünürdüm. “O yazsın, ben bir kıza mektup yazıp veremem” diyecek kadar da aşkımın içine gurur serpiştirmiştim. Sabah mektup çoktan hazırdı. Sabahın beşiydi sanırım. Zaten tüm geceyi saçları örgülü kızı düşünerek uyuyamamış, o bitkin haldeki çapaklı gözlerimle evdekilere durumu çaktırmadan mektubu yazmış, yerinden fırlayacak kalbim için birkaç dua okumuştum. Söyleyeyim bari, o saçları örgülü, yüzüne bir kez bakamadığım, o süre boyunca bir kelam bile edemediğim kızla dört yıl boyunca mektuplaştık. Yıllar öylece geçip gitti. Şimdi iki kız annesi olmuş. Büyümüş yani…

Biz de büyüyorduk. Yıllar kendini kovalıyor, zaman akıp gidiyordu. Bunca temaşanın içinde nasıl oluyorsa derslerimde hep muvaffak oluyordum. Ben muvaffak oluyordum ama Ali, kırık notlarını koleksiyon haline getiriyordu. Liseyi ikinci sınıftan terk etti sonunda. Zaten Ali’nin başardığı tek şey bu akim halleriydi. Babası sanayide zanaat bellesin diye tamirci tamirci gezip Ali’yi bir tamircinin yanına çırak olarak koydu nihayet. Tamirci çırağı Ali…

O gittiğinden beri kendimi sınıfta çok yalnız hissetmeye başlamıştım. Artık sadece işten çıkınca geceleri odama geliyor, odamda uzun uzun konuşuyorduk. O hayta, şımarık, ağzından küfür eksik olmayan Ali yanımda olunca ben bile tanıyamaz oluyordum. Oyunbozan, ders çalışmayan, küfürbaz Ali, çalıştığı tamircide de bir vukuata imza atmıştı çok gecikmeden. Yandaki dükkan sahibinin oğlunu demirle yaralamış…

Başarısızların itlaf edilmeyi adet haline getirildiği dünyada Ali ne zaman telef edilecekti merakla bekliyordum. Babası ele avuca sığmaz oğlunu hizaya getirmek için ne yapsa kar etmiyordu. Bazen yanıma geliyor, ağzımdan evladıyla ilgili çıkacak her cümleyi can kulağıyla dinliyordu. Ona diyemiyordum tabi “biraz şefkat göster” diye. Taşranın babaları bilirsinizi evladını kimsenin yanında sevmez. Başını okşasa bunu gurur kırıcı bir hal olduğunu düşünürler. Zaten tüm şefkati cebine sıkıştırdığı bir paket sigara parasıyla, eve geç dönen oğluna “nerede kaldın?” sorusuydu. İyi biriydi Ali, içliydi. Neden böyle olduğunu aslında O da anlamaya çalışıyordu. Ama ne kusurunu kabul edecek bir çelebiliği, ne de kusurlarını örtecek bir çevresi vardı. Adı çıkmıştı Ali’nin dokuza, inmiyordu sekize.

Askere gidince her şeyin düzeleceğini sanıyordu Ali. Askere gidecek, oradan tamir olmuş bir halde geri dönecekti. Askere gidecek ve adam olacaktı. Gitti de. “Doğuya gidip savaşacağım” diyordu.Gönüllü doğuya gitti. Arada mektup yazıyor, askerliği çok sevdiğini, eğer imkan bulursa askerde uzman olarak kalmak istediğini yazıyordu. Belki de ilk kez O’ndan güzel ve umutlu sözler duymaya başlamıştım.

Sabahtı, tüm sabahlar gibi sabah. Ortalık kulaktan kulağa fısıldanan dedikodularla siyaha bürünmüştü. Ali askerde şehit olmuş. Teröristler, Ali, ölüm, yaşanmamış gençlik.

Televizyonda kelli felli, nutuk atan bir sürü adam. Yakında seçim var sanırım. Ah bir de Ali’yi getirseler…


Bülent Parlak

0 yorum: